Lütfum Sana Yeter

I MÜSLÜMAN EVİM

Sekiz kişilik Müslüman bir aileydik. Beş erkek kardeşimden, dördü benden büyük ve biri daha küçüktü. Annemin bir tatil için gittiği Jammu, Kaşmir’de doğmuşum; ancak asıl memleketim Sialkot’taki Zaffaraval idi. Atalarım; köken olarak, Moğolistan’dan gelmişler ve zengin topraklara sahip olmuşlar. Babam da geniş çiftliği ile büyük bir toprak sahibiydi. Yağışlı mevsim boyunca hızlı ve taşkın akan, çevresindeki toprakları sulayan Nala Dek Nehri yanında buğday yetiştirirdi. Nehir bize, daha fazlasını gereksinmeyeceğimiz kadar çok buğday yetiştirmek olanağını verirdi. Yoksulluğu hiç yaşamamış, şanslı bir aileydik. Çiftlik işlerinin çoğunu işçilerimiz yapardı. Babamı bir iş yaparken gördüğümü hatırlamıyorum. Ağabeylerim yeterince büyüdükten sonra çiftliğin yönetimini üstlenmişlerdi.

Ağabeylerimin doğumundan sonra annemin bebekken ölen çocukları da olmuş. Doğumum ve yaşamda kalmam bir mucize olarak görülmüş. Vücudumda bunu ifade eden bir işareti hâlâ taşırım: Kulağımdaki delik. Annem yeni bir çocuk arzu etmiş. Dindar bir Müslüman olmasına rağmen, atalarımızdan kalma bazı tanrıçalara inancı vardı. Bana hamile kaldığında, ünlü bir tanrıça tapınağının olduğu Kaşmir’deki tepelere çıkmış. Bu tanrıçaya, eğer bir oğlu olursa, doğan çocuğu ona adayacağına ve minnettarlığının ifadesi olarak her yıl tapınağına götüreceğine söz vermiş. Böylece kulağım, tanrıçaya ait olduğumu göstermek üzere delinmiş ve kulağıma altın bir halka takılmış.

Bu sembolün okulda başıma neler getirdiğini tahmin edebilirsiniz. Arkadaşlarımın bir sürü alaylarına sebep olmasından başka, ne zaman kavgaya tutuşsam, kavga ettiğim çocukların ellerinin ilk uzandığı şey kulağımdaki halka oluyordu. Olağanüstü doğumum ve ölümden kurtuluşumun bu simgesi bana acı ve sıkıntı getiriyordu. Fakat yaşadıklarımdan sonra anladım ki, üzerimde gerçekten ilâhi bir el vardı. Ancak bu, tanrıçanın eli değil, Yaşayan Tanrımın eliydi.

Amcam bana acımış ve halkayı çıkarmıştı. Ben rahatlamıştım; ama annem çok üzülmüştü. Endişeliydi; çünkü bunun ölümüme sebep olabileceğine inanıyordu. Ona göre halka, tanrıçanın beni koruyacağını garanti eden bir çeşit tılsımdı. Halkasız, tehlikeyle ve hatta ölümle karşılaşabilirdim. Fakat amcam tekrar imdadıma yetişti ve beni rahatlatacak şekilde “ölmeyeceksin” dedi. Annem, batıl inançlara sahipti. Tapınağa gitmemizi istediğinde, kibarca reddettim. Dokuz yaşlarındaydım. Günler geçip de ölmeyince, hâlâ zihnimde kalmış olan korkulardan da kurtuldum. O andan itibaren, daha sonraki yaşantımda tehlikeli durumlarda bile bir daha korku duymadım. Bununla birlikte küçük kardeşim Ramazan zatürreye yakalanıp birkaç gün içinde öldüğünde, büyük acı duymuştum.

Dört ağabeyim de evlendiklerinde ben hâlâ çok gençtim. Hepimiz, sekiz yatak odası ve bir büyük salonu olan aynı evde yaşardık. Kardeşlerimin, eşleri ve çocukları için ayrı odaları vardı. O zamanlar, Hindistan’daki sosyal yapının tipik bir örneği olarak her şeyi paylaşırdık. Bu, bir kasabada veya köyde ailenin her üyesinin güvenliği için temel bir öğeydi. Sağlıklı ya da hasta, çalışan ya da işsiz, her aile üyesi, ortak varlık ya da mirası paylaşırdı. Ailemiz, sevecen bir anne, müşfik bir baba ve birbirini seven aile üyeleri ile mutlu bir aileydi. Yengelerime hep “kız kardeşlerim” olarak hitap ederdim. Onları böyle kabul etmeyi babam öğretmişti; çünkü hiç kız kardeşim yoktu. Birbirimizi çok severdik.

Dört gelinli bir ailede kavganın gürültünün hiç eksik olmadığı düşünülebilir. Fakat bizim evimizde böyle değildi. Annem nazik bir kadındı ve soluduğumuz atmosfer, bir sevgi ve hoşgörü atmosferiydi. Annemden, başkalarına hürmet etmenin değerini öğrendim. “Kendim için yaşamak” derdi, “beni hayvanlardan farksız hale getirir. Gerçek insan olduğumuzu ancak başkaları için yaşayarak kanıtlayabiliriz.” Tehlikeli durumlar da dahil, onun bu prensibi ömrünün sonuna kadar yaşadığını gördüm.

Birinci Dünya Savaşı’nda babam asker olmuştu. Bu sıralarda Hint milliyetçiliği, İngiliz kontrolü altındaki orduya katılmaya karşı olmak derecesine ulaşmamıştı. Hindistan, hâlâ İngiliz Krallığı’nın bir parçasıydı ve denizaşırı savaşmak onurlu bir görev olarak kabul edilmekteydi. Babam, savaş anılarını sevgiyle belleğinde tutuyordu. Hayallerimizi doldurmak için çok geniş bir öykü dağarcığı vardı. Onu, ordunun Afrika seferleri sırasındaki kahramanlıkları hakkında öyküler anlatırken dinlemeyi çok severdik. Babam, yavaş yavaş zihnime kahramanlık öykülerine yönelik bir sevgiyi yerleştirmişti. Bize dolaylı olarak, bir adamın kendisini olağanüstü bir şeyler yaparak tanıtması gerektiğini öğretmişti. İnsanlar bizim gücümüzü tanıyabilmeliydi, biz reklâmını yapmamalıydık; ancak dürüstçe takdir edebilecekleri bir şekilde yapmalıydık. Bu düşüncenin yaşamımda sonuçları oldu. Korkusuzca bazı tehlikeli maceralara sürüklendim.

Babam, başkalarını düşünür, onlarla ilgilenirdi. Eğer birisi sıkıntıda veya hakkını arayamayacak kadar yoksulsa, babam her zaman mahkemelerde yasal yollara başvurarak ne yapabilirse yapmaya hazırdı. Fakat kendisi için hiç kimsenin aleyhine dava açmadı. Hatta askerler, bir pansiyon faturasını bile aralarında paylaştırması için ona başvurmaya alışmışlardı. Babam merhametliydi, bu yüzden komşulukta saygındı ve toplumda yüksek itibara sahipti.

Babam cömert bir ruha sahip olduğu için, evimizde kalmaya birçok misafir gelirdi. Bir seferinde kardeşinin katillerini bile güler yüzle karşıladı. Bu kardeşi, bir toprak kavgasına karışmış ve bir grup insan onu öldürmüş. Daha sonra bu grup kaçmış ve gizlenecek bir yer ararlarken, bilmeden babamın tarlalarda inşa etmiş olduğu bir kulübeye gizlenmişler. Suçlarını bilmeksizin, babam onları eve davet etti ve onlara yemek verdi. Daha sonra bu katiller grubunu arayan amcamın arkadaşları geldiler ve onları tanıdılar. Babam, kardeşinin ölümünü öğrenince çok üzülmüştü; ancak tüm bu sürprizlere rağmen katillere kötü davranmadı. Hassas biriydi ve hiçbirine kin beslemedi.

Babam ibadetleri umursamazdı ve mollalara da güvenmezdi. Cemaatle ibadetten de hoşlanmazdı ve tek başına dua ederdi. O bir mistikti.

Babam, evde sağlığımız ve eğitimimizle ilgilenen şefkatli bir insandı. Kardeşlerim ve ben, evimizden iki mil uzaktaki bir okulda eğitim görüyorduk. Babam, okula gitmemizi kolaylaştırmak amacıyla, Zaffaraval’daki okula yakın bir ev inşa etti ve böylece okula zamanında ulaşabiliyorduk.

İlkokula beş yaşındayken başladım. Aynı zamanda, evimize yakın camiye gitmeye başlamıştım. Beş yaşından itibaren her Müslüman çocuğun, Kuran’ı öğrenmek ve ezberlemek için haftada bir kez camiye gitmesi beklenir. Cami, cemaatin ibadet ve eğitim merkeziydi ve Müslümanlar için toplu ibadetin günü olan her cuma günü, arkadaşlarımla beraber ibadete katılırdım. İmam duaları okurken onu izliyor, belli zaman aralıkları ile secdeye kapanıyorduk. İmam genellikle, peygamber Muhammed’in öğretisinin bazı yönlerini açıkladığı kısa bir vaaz verirdi. İmamı anlamak her zaman kolay değildi; ancak dinsel önderlerimiz dinimizi öğrendiğimizden emindiler. İslâm’ın temel tanıklığı, en küçük yaşlarımdan itibaren içime yerleştirilmişti. “Allah’tan başka Tanrı yoktur, Muhammed O’nun elçisidir.”

İlkokuldaki öğretmenim, benim üzerimde büyük etkiye sahipti. O, bir şair, hatip, yazar ve müzisyendi. Onun cesaretlendirmesi sayesinde, şiir yazmaya başladım. Bu, benim için tüm yaşamım boyunca bir mutluluk kaynağı oldu ve bu yüzden defterim benden hiç uzak değildir. Küçük org çalmayı da öğrendim; ancak bunu yapmama evde izin yoktu. Bu yüzden öğretmenim kendi evinde org çalışabilmemi sağladı.

İlkokulda dört yıl geçirdim. Ben dokuz yaşındayken ağabeylerim evden ayrıldılar. İkisi Jammu’ya, ikisi Lahor’a gitti. Sonra benim için liseye gitme zamanı geldi. Lisedeyken eğitimimi daha ileri götürmek konusunda fazla isteğim yoktu. Ancak ailem buna benim karar vermem gerektiğini düşünüyordu. Benim için seçtikleri okul, Jammu Kaşmir’de Maharaja Ranbeer Lisesi idi. Oraya gitmek benim için bir ayrıcalıktı; çünkü bu okul racaların ve hükümdar ailelerinin oğulları için kurulmuştu. Racalar, Hindistan’ın çeşitli bölgelerini fethetmiş ve kendilerini hükümdar olarak kabul ettirmiş krallardı. O dönemde Kaşmir’de yirmi iki raca vardı. Bu okuldaki tek Müslüman öğrenciydim. Oraya Müslümanlar alınmaz; yalnız Hindular alınırdı. Fakat babam, orduda bulunmuş olduğundan ve toplumda sayılan biri olduğundan okul müdürünü beni kabul etmeye ikna etmişti. İnsanlar, babamın ricalarını geri çevirmeyi daima zor bulurlardı.

Bu okul, savaşçı kralların oğullarına yaraşır şekilde bir çeşit ön askerlik eğitimi sunuyordu. Ata binmek önemliydi ve ben ata binmeyi seviyordum. Ateş etmekten de hoşlanıyordum. Babamın Greener tüfeği çok hafifti ve geri tepmesi ile baş edebiliyordum. Her fırsat bulduğumda onunla harcadığım zamanları hatırlarım. Bu, sabah gidip süt getirmekten daha tatlıydı. Avcılıkla derslerden daha fazla ilgiliydim; çünkü gayret ve sıkı çalışma henüz karakterimin bir parçası olmamıştı. Üstelik, okuldaki eğitimimin amacı da benim için henüz belli değildi. Racaların oğulları gelecekteki görevleri için hazırlanıyorlardı, bazıları orduda astsubay olarak görevlendirilmişlerdi ve diğerleri de kamu görevlerine katılıyorlardı. Fakat ben, eğitimimin beni nereye yönlendirdiği konusunda henüz emin değildim.

Bu okul Hindular için olduğundan Hinduluğun geleneklerine uyuyorduk. Dinin temel öğretilerini ve ilkelerini, buyruklarını kutsal olarak koruyan Hindu Kutsal Yazıları’nın pasajlarını veya mantralarını kelime kelime ezberlemek zorundaydık. Hinduizm beni çekmedi; ancak öğrendiklerim bana bu din konusunda paha biçilmez bir bilgi sağladı. Hintçe'yi de öğrenmek zorundaydım ve hâlâ da rahatça konuşuyorum.

Lisedeki eğitimimde büyük bir eksiklik vardı. İslâmiyet konusunda bir şey öğrenememiştim. Bu konuda ben mutluydum; ancak ağabeyim Huda Bahş mutlu değildi. Babam öldüğü için eğitimimle ilgili sorumluluğu o üzerine almıştı. Beni okuldan ayırdı ve Jammu İslâmi Lisesi’ne kayıt ettirdi. Bunun bir yatılı okuldan çok, bir yetimler yurdu olduğu meydana çıktı. Ancak bu ağabeyimin canını sıkmadı. Benim İslâm hakkında daha fazla bilgi sahibi olmamı öyle istiyordu ki, bunu nerede edindiğim onun için önemli değildi. İstekli bir öğrenci değildim, onun için dersleri okumadan geçmeye ve ağabeyimin evde olmayacağını bildiğim, günün herhangi bir anında yemek için eve gitmeye alışmıştım. Kız kardeşlerim (yengelerim) hareketlerimi açığa vurmuyorlardı. Kaçınılmaz olarak okul resmi şikâyetleri yaptı ve bu ağabeyimle aramızdaki ilişkiyi olumsuz etkiledi. O eğitim masrafımı ödüyordu ve bunu sağlamak için çok sıkı çalışıyordu. Oysa ben, bu fırsatı hiç önemsemiyordum.

Bu durum, genç bir kızla ilişki kurmamın sonucu olarak daha da kötüleşti. Tatillerin birinde, bir parça toprağımızın olduğu Srinagar yakınlarındaki bir köye gitmiştim. Orada Salima ile karşılaştım ve aşık oldum. Gözlerimi onun üzerine çevirdiğim anda büyülenmiştim. Topraklarımıza bakan ve uzaktan akrabamız olan bir ailenin kızıydı. İyi arkadaş olmuş ve sık sık görüşmeye başlamıştık. Ayrılmam gereken günden bir gün öncesine kadar hissettiklerimizin karşılıklı olduğunu fark etmemiştim. O gün birlikteydik ve birden ağlamaya başladı. Ayrılmamı istemiyordu. Bu beni çok etkiledi ve sevgimiz her dakika daha da güçlenerek büyüdü. Ertesi yıl döndüğümde, onun daha da güzelleşerek büyüdüğünü gördüm. Bununla birlikte onda bir değişim hissettim. Mesafe bırakarak, daha önce paylaştığımız yakınlığa izin vermiyordu. Fakat bana yeniden, bana olan aşkının her zamankinden büyük olduğu ve beni çok özlediği güvenini verdi. Çok şaşırmıştım.

Neyin yanlış olabileceğini merak ettim. Bizim ilişkimiz tertemiz bir ilişkiydi; sadece birbirimizle olmaktan hoşlanıyorduk. Gerçek aşk, cinsel ifade olmaksızın yaşanabilir. Cinsel temasın güzel bir ilişkiyi yaralayabileceğini, yaşamda çabuk öğrendim. İnsan bunu, evlilikten sonra, yaşam ortağı için saklamalıdır. Bununla birlikte ikimiz için bir evlilik olamayacağı benim için belli oldu. Ailesi, benim ailemin böyle bir evliliği asla onaylamayacağını hissetmişti. Salima’nın ailesi yeterince zengin değildi ve benim ailem de böyle bir birliğin oluşmasına asla izin vermezdi. Kalbim kırılmıştı; ancak yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ailemle aramdaki ilişki daha da gerginleşti.

Kalbim tamamen acı dolu olarak okula döndüm. Kendimi derslere veremiyordum. Çalışmaktan hiç zevk almamıştım zaten, şimdi ise tamamen saçma geliyordu. Ne okulda, ne de evde mutluydum. Ailemin benim gerçek mutluluk şansımı bilerek bozduğunu düşünüyordum. Ailemle aramdaki gerginlik doruğa ulaşmıştı.

Dersten kaçtığım anlardan birinde, ağabeyim beklenmedik şekilde eve döndü ve beni yakınlardaki bir çay salonunda buldu. Bu salonlar, dedikodu ve avarelik edilen yerlerdi; ancak ben orada oturmaktan ve kalabalığı seyretmekten hoşlanıyordum. Aniden şaşırıp kalmıştım, ağabeyim yanımda duruyordu. Okulda olmam gereken bir zamanda neden burada olduğumu öğrenmek istedi. Tabii ki, ona verecek tatmin edici bir yanıtım yoktu ve sinirlendi. Dükkânda çalışan yedi sekiz yaşlarında bir çocuğu gördü ve beni herkesin önünde rezil etmek için eline fırsatı geçirdi. Bu çocuğu çağırdı ve ona sorular sormaya başladı. Ne çocuk çalıştırmak yasaktı, ne de eğitim zorunluydu; bu yüzden çocukları çalışır görmek garip bir şey değildi. Çocuğun durumu, benim ayrıcalıklı durumumla taban tabana zıttı.

“Ufaklık” diye sordu ağabeyim, “çalışmak için sabah kaçta kalkıyorsun?”

“Sabahları yaklaşık 3’te uyanırım, efendim. Önceki geceden kalan tüm kirli tabakları yıkarım, püreler ve helvalar için kapları ve tavaları temizlerim, sonra da bütün gün dükkân sahibinin yanında kalırım.”

“Geceleri kaçta yatarsın?”

“Asla 11’den önce değil, efendim”

Ağabeyim bana döndü, gözleri kızgınlıktan parlıyordu ve bana şöyle dedi: “Şu çocuğa bak, neredeyse daha anasının yanından ayrılacak kadar bile büyük değil; ama günde yalnızca 4 saat uyuyor. O sana bir örnek ve ders olsun. Ders çalışmıyor ve iş yapmıyorsun. Adam ol! Yaşam, fırsatını kaçıranlar için son derece acı olabilir.” Sonra aniden döndü ve gitti.

Avareliğimle yüzleştirilmiştim ve utanç duyuyordum. Ailem zengindi ve iyi bir şöhrete sahipti; fakat ben bedenlerinde dayanılmaz bir dikene dönüşüyordum. Bağımlılığım kafama dank etti; bu yüzden ağabeyimin sözlerini kişisel bir meydan okuma olarak aldım ve o andan itibaren tamamen kendime güvenmeye karar verdim. Başkalarının yardımlarıyla yaşamaya devam etmeyecektim. Bununla birlikte bu karar beni okulda daha gayretli ders çalışmaya yöneltmedi. Tersine, her şeye karşı asabî oldum. 10. yıl sınavı Mart'ta olacaktı. Bundan hemen önce kaçtım.

II KİMDİR BU İSA?

İkinci Dünya Savaşı başlamıştı ve 16 yaşındaydım. Hindistan bir açmaza düşmüştü: Neredeyse, tüm Hint topraklarını elinde tutan bir emperyalist gücün yanında nasıl savaşa girebilirdi? Nazizm kötüydü ve lanetlenmeliydi. Ancak birçok Hintli için Nazizm, Hindistan’ı işgali altında bulunduran aynı emperyalizm ve ırkçılığın son derece somut bir örneğini oluşturmaktaydı.

Hindistan Ulusal Kongresi yüksek sesle, yalnız özgür bir Hindistan’ın Almanya’ya karşı savaşa katılabileceğini ifade ediyordu. Sloganları, “İnsanlara sorulmalı” idi. Buna rağmen siyasi liderler bölünmüşlerdi. Hitler’in saldırganlığından nefret ediyorlardı; fakat İngiltere’ye yardım fikrine de karşıydılar. Bağımlı bir ulus kendi rotasını belirleyemez. Nitekim, savaş patladığında Hindistan kendisini İngilizler’in tarafında savaşır buldu.

Hintliler’in çoğu gibi ben de İngiliz hâkimiyetinden kurtuluşa yönelik kuvvetli arzuyu paylaşıyordum; ancak politika ve ideolojilerle sürüp giden her şeyi anlamak için çok gençtim. Şimdiki endişem yapacak bir şeyler bulmaktı. Yalnız başımaydım ve ailemden yardım bekleyemezdim, hem böyle bir şeyi de istemezdim. Yalnız kalmak kararımda azimliydim; böylece Silâhlı Kuvvetler’e katıldım. Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne (RAF) girmek için başvurduğumda, herhangi bir zorluk çıkmadı. Birkaç soru cevaplandırdım ve uçakların bakım ve tamiriyle ilgili bir uçuş teknisyeni olarak askere alındım.

İlk havacılık eğitimimi Lahor’da Amerikalı eğitmenlerden aldım ve ilk tayinim Kalküta’daki bir havaalanına oldu. Bir eğitim süresinden sonra, Burma ve Rangoon’a yollandım. Normal ordu düzenine uyuyordum ve 24 saat vazifedeydim. Daha sonra Kalküta’daki Hava Kuvvetleri Akademisi’ne gönderildim. Orada, askerî istihbaratta uzman derecesini kazandım. Uygulama öğretmenlerimizden biri hiç unutamadığım bir şeyler söylemişti. “Daima astlarının güvenini kazan!” Bu astlarımla birliğimde bana hep bir ilke oldu. Astlarımla kişisel bir ilişki kurmaya çalıştım. Ne zaman içlerinden birinin bir problemi olsa, elimden ne gelirse yapıp yardım etmeye çalışırdım. Benim için insanın değeri, onun rengi, ırkı ya da inancına bağlı değildi. Yaşam her insanda değerlidir. Ne yazık ki, herkes bu görüşü paylaşmıyordu.

Üstlerimin emirlerine asla itaatsizlik etmiyor ve astlarımın da benim emirlerime itaatsizliklerine izin vermiyordum. Savaş süresince emirlere itaatsizlik ölüm cezasını getirir; ancak ben bu cezayı asla kullanmadım. Eğer astlarımdan bir genç emrimi yerine getirmediyse, o zaman bunu onurlu bir şekilde silmenin yolunu bulmaya çalışıyordum.

İşime tam bağlılık, uyum ve güvenilirlik beni her görevde başarıya ulaştıran niteliklerdi. Namussuzluğa ne kendimde, ne de başkalarında hoşgörü göstermedim. İyi bir sebep olmaksızın astlarıma asla baskı yapmaz ve onların haklı isteklerini dikkatle göz önüne alırdım. Onların hep iyiliklerini düşündüğümden, gerektiğinde onların yerine bir süre çalışmaya bile hazırdım. Benim için kanlarının son damlasını bile akıtmaya hazır olmalarının sebebi buydu. Üst rütbeli Hintli subayların tavsiyeleriyle, İstihbarat Kuvvetleri’nin bir birliğinin parçası oldum. İngiliz karşıtı değildim; ancak Hava Kuvvetleri’ndeki hoş olmayan ilişkileri de görmezlikten gelemiyordum. İngiliz subaylarının bazıları, Hintli subaylara tavırlarında tepeden bakıyorlardı. Bizleri aşağılıyor, “Allah'ın belası” diyorlardı. Bize hitapları hiç nazik değildi. Elbette konuşmalarında neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda devamlı ayrım yapmıyorduk. Bir keresinde komutan tarafından çağırıldım ve sorusunu sık sık duymuş olduğum terimlerle cevapladım. Bu komutan bir Hristiyan’dı, sabırla dinledi ve sonra bana “Sevgili çocuk, böyle güzel İngilizce’yi nerede öğrendiğini bana anlat” dedi. “Subay arkadaşlardan” diye yanıtladım. “Gelecek sefer” dedi, “böyle küfürlü ifadeleri kullanma.” Çok utanmıştım.

Bununla birlikte beni rahatsız eden daha da büyük problemler vardı. İngilizler’e uygulanan ayrıcalıklı muamele nedeniyle rahatsız oluyordum. Hintliler’in yaşamları değersiz sayılıp kolaylıkla harcanabilirken, onların yaşamları saygı görüyordu. Bu, aynı rütbede olan İngiliz ve Hintli subaylar arasında bile büyük bir uçurum yaratmıştı. Irk ayrımı alabildiğine yaygındı. İngilizler, Hintliler’le yakınlaşmak için hiçbir girişimde bulunmuyorlardı. Birçoğunun arzuladığı, Himalayalar’daki meşhur tepe karakolu Simla gibi bir yere gitmek, yalnızca sıcaklardan değil, aynı zamanda yerli halktan da kaçmaktı.

Bu tutum, yakın arkadaşım filo lideri Surinder Sing’in başına gelen bir olayın trajik boyutlarıyla açıkça belli oldu. Bölge komutanımız, bir bombardıman uçağındaki arızadan defalarca haberdar edilmişti. Bu raporlar yüzünden bir gün atölyemize Surinder Sing’in test uçuşlarında bu uçağı kendisinin almasını söyleyen emirler gönderdi. Surinder, gitmeye hazırlanıyordu; ancak oldukça endişeliydi. Uçağı aldı ve belirlenmiş yönde uçtu. Yaklaşık 15 dakika sonra onunla radyo bağlantısını kaybettik. İkinci bir 15 dakika daha geçtikten sonra Bengal Körfezi üzerinde gelen bir uçak gördük. Bu Surinder’di. Yer kuvvetleri, ona koruma sağlamak için uyarılmamış ve Japonlar Surinder’in yüzünün yarısı ile bir gözünü parçalamışlardı.

İkinci bir üzücü durum, Bengal’de bir kıtlıkla ortaya çıktı. 1943-1944 boyunca, Bengal ve Doğu Hindistan kıtlık yüzünden harap olmuştu. Salgın hastalıklar, özellikle kolera ve sıtma, kıtlığı izledi. Bu, hemen diğer bölgelere de sıçradı. Resmi olmayan rakamlar ölü sayısını 3.400.000 kişi olarak açıklıyordu. Ancak Kıtlık Soruşturma Komisyonu, “kıtlığın ve onu izleyen salgın hastalıkların sonucu olarak” ölümlerin 1.500.000 kişi olduğu sonucuna vardı. Kesin rakamlar ne olursa olsun, hergün binlerce insanın öldüğü kesindi. Kıtlığın korkunç sonuçları önlenebilirdi; ancak yetkililer açıkça bir ilgisizlik ve kayıtsızlık gösterdiler. Harap olmuş topraklardan gelen dehşetli rakamlara birisinin inanması çok zor oluyordu. Bazı yetkililer, raporları hazırlayanları durumu abartmakla suçladılar. Fakat bu raporların daha fazla inkâr edilemeyeceği bir an geldi. Artık iki taraf arasındaki tartışmada amaç yardım etmek değil, kendini haklı çıkarmak için karşıyı suçlamaktı. Hergün binlerce insan ölüyordu, yine de karneyle verilmesi gereken yardımlar devletin depolarında çürüyordu. Sıtma o günlerde öldürücü bir felâketti; fakat sıtma ilaçlarının büyük bir bölümü eczanelerde kullanılmamış olarak kaldı. Çevremdeki duyarsız davranışlardan tiksinip, erzak deposundan çay, şeker, pirinç ve mercimek almaya ve bunları muhtaç olanlara bedava dağıtmaya başlamıştım. Ayrıca humma ilaçları da dağıtıyordum.

Zaman öyle kötüydü ki, zengin Hintliler bile yığınla servetleriyle kendileri için yiyecek alamıyordu. İnsanlar, kızlarının bekâretlerini erzakla takas etmeye bile boyun eğmişlerdi. Kendi vatandaşlarını sömürmek için bu fırsatı yakalamış, humma ilaçlarının tanesini 1 kuruşa satanlar da vardı. Hiçbir insanî trajediden etkilenmeyenler de vardı. Kıtlık son derece şiddetliyken ve salgınlar o kadar can almışken, Kalküta’da hem İngiliz, hem de zengin Hintliler arasında eğlenceler sürüp gitti. Hiçbir şey olmuyormuş gibi hayatlarına devam ettiler.

Zihnim, tüm bunlar yüzünden karmakarıştı ve çevremde sürüp giden her şeye yalnızca duygusal olarak tepkide bulunabiliyordum. Gençlik yıllarım bir yarış gibiydi ve bu koşullarda çok çabuk olgunlaştım. Bir keresinde ben ve Puran isimli Hintli bir subay meslektaşım, yol kenarında terk edilmiş iki çocuğu aldık ve kampa götürdük. Onları 6 aydan fazla sakladık. Komutanımız bundan haberdar olduğunda da ayrı ayrı azarlandık. Arkadaşım ve ben, bu çocukları kurtarmak için her bedeli ödemeye hazırdık; ancak sonunda onlar, Batı Bengal’in uzak bir bölgesindeki bir mülteci kampına gönderildiler.

Duygularıma hâkim olmak nasıl da zordu. Yaşam burada neden bu kadar değersizdi? İnsan yaşamına nasıl değer biçilebilir? Kimse gerçekten umursamaz mı? Eğer Tanrı varsa, bütün bunlar olurken neredeydi? Bunlar devamlı kendime sorduğum sorulardı. Fakat hemen sonra karanlıktaki bir ışığı keşfettim. İngiliz subaylarının Hintliler’e karşı tavrının genelde gaddarlıkla sonuçlanan kibirli bir üstünlük olduğu gerçekti. Ancak yaşamları iyilik ve sevginin parlak örnekleri olanlar da vardı. Onlar, Efendileri İsa Mesih’i izlemeye çalışan Hristiyanlardı ve Tanrı’nın Sevgisi ve Işığı’nı gösteriyorlardı. Onların örneği, içimde daha sonra büyüyen ve dinimi değiştirmeye çiçek açan bir tohum ekti.

Bu insanlardan birisi Yüzbaşı Baxter’dı. Bizim gruba nakledilmiş genç bir subaydı. İngilizler’in çoğu gibi mesafeliydi; ama aynı zamanda hoşgörülüydü. Astlarına davranışlarından onun nasıl birisi olduğunu açıkça görebiliyorduk. Hintli subaylara tepeden bakmıyor, onları küçümsemiyordu. Bizim eğitimimizle ilgileniyordu. Hintli personelin mutfak ve yemek düzenini ayırmak istediği bir zaman vardı. Yemekleri İslami kurallara göre pişirmek, özel hazırlıklar ve fırınlar gerektirir. En acil ihtiyacımız, yeni salonlar için yapılmış yeni ocaklara sahip olmaktı. Bir gün atölyeden döndüğümde Baxter’ı eline bir kullanma kılavuzu almış ve kendi başına bir ocak yapmaya çalışırken bulduğumda nasıl şaşırdığımı tahmin edebilirsiniz. Kendisine hayranlığım büyümüştü. Onu seyrettiğimde yüreğinde başkaları için büyük sevginin olduğunu anlamıştım. Orada kendi elleriyle bizim ocağımızı yapmaya çalışıyordu. İsteğimizin önemini anlamıştı ve onu gerçekleştirmeye kararlıydı. Bu basit bir hareketti; ancak beni son derece duygulandırmıştı.

İnsanlar bir yemeği birlikte yediklerinde bu, kabul ve dostluğun bir işaretidir. Yabancılar bilirler ki, eğer ev sahibi onları yemeğe davet etmişse, bu onların kabul gördüğünün bir kanıtıdır. Baxter her sabah bizimle kahvaltı ediyordu. Bu, diğer İngiliz subaylarının hiç yapmadığı bir şeydi. Yine önemsiz bir şey gibi görülebilir ama, bizim yaşadığımız yabancı hâkimiyet ortamında çok etkileyiciydi. Bu samimi bir dostluk hareketiydi ve biz de candan yanıt veriyorduk.

Baxter adamlarını küçük kabahatler için azarlayan birisi değildi. Örneğin; bir defasında gençlerden birkaçı kahvaltıya tıraş olmadan gelmişti. Baxter, onları azarlamak yerine kendi cebinden bir tıraş bıçağı çıkarıp onlara vermişti, böylece gidip tıraş olabilirlerdi.

Bununla birlikte beni Baxter hakkında en çok etkileyen şey, onun baskına uğradığımız zamanlardaki davranışlarıydı. Kendisi varken bir Japon bombardımanı olursa, sığınmak için siperlere gitmek yerine, herkese “Haydi gençler, küçük kilisemize gidelim” diyordu. "Küçük kilise", ibadet için kullanılan basit bir çadırdı. Normal olarak ona itaat ediyorduk. "Küçük kilise"de geçirdiğimiz anlarda Baxter sürekli dua ediyordu. Yapmak zorunda olduğumuz tek şey bitirdiği zaman “Amin” demekti. Bu iki ya da üç kez oldu. Bir gün şiddetli bir saldırı vardı. Gökyüzü uçaklarla doluydu ve siperlere koşmaya başlamıştık. Ölüm kaçınılmaz gibi görünüyordu. Baxter bağırdı: “Çocuklar, siperlere koşmak faydasız, orada güvende olmayacaksınız. Küçük kiliseye gidelim.” Bu aptalca görünen emre gülmüştük. Küçük bir saldırı olduğunda "kilise"ye gitmek olabilirdi; fakat bu defa gülünç geliyordu. Yine de Baxter’ın sesinde bir otorite ve kendine güven belirtisi vardı. “Rab İsa’ya dua edeceğim. O’na inanmak veya bir şey yapmak zorunda değilsiniz; yalnızca bitirdiğim zaman ‘Amin’ deyin” dedi. Şüphede olmamıza rağmen itaat ettik ve onunla çadıra girdik. Şaşkın bir halde yere oturduk. Baxter duaya başlar başlamaz ağlamaya başlamıştı. Sözleri hâlâ kulaklarımda yankılanır:

“Rab İsa, bugün gücünü ve kuvvetini göster. Şu gençlere, gerçek olduğunu kanıtla. Sevdiklerinin ve ailelelerinin hatırına, onları bu saldırıdan koru. Senin yaşadığını ve insanın yalnızca bedenini değil, ruhunu da mahvolmaktan kurtardığını bilsinler. Amin.

Baxter dua ederken, çadırın içinde garip bir değişim olmuştu. Her şey tamamen sessizleşmişti. Baxter devam ediyordu ve dışarıdan hiçbir şey duyamıyorduk. Sadece basit bir çadırdaydık; ancak yine de bir sessizlik örtüsü her şeyi kaplamış gibiydi. Çadırdan çıktığımız zaman manzara dehşet vericiydi. Her tarafa insan vücudu parçaları yayılmıştı. Kanalın diğer yanındaki bölüm çok sayıda bomba ile vurulmuştu. Genç adamların yürek parçalayan iniltileri kulaklarımıza ulaşıyordu. Bombalar, subay yemekhanesinin arkasındaki kanala da düşmüştü ve kanaldaki su kaynıyordu. Çamur, setlerden taşmıştı ve bir duman her şeyin üzerini kaplamıştı. Bu yıkımın tam ortasında biz kurtulmuştuk. Sersemlemiş ve şok olmuş bir halde, Rab İsa’nın yaşadığı ve duaları dinleyip insanları kurtardığı sonucuna varmaktan kendimizi alamamıştık.

Bu Rab İsa’nın kim olduğunu merak ediyordum. Kuran’dan bildiğim kadarıyla, tüm diğer peygamberler gibi sadece bir peygamberdi. Üstelik insanlar kurtuluş için ölü peygamberlere dua etmezler. Baxter’ınki gibi bir duayı hiç duymamıştım. Çok basitti; fakat sanki bir talimat gibiydi. Çocukken kasabamızdaki arkadaşlarımla bir Amerikan Müjdeleme Merkezi’ne giderdik. En çok hoşlandığımız şey, ibadetten sonra ilâhi söyleyen korolarla beraber "Pastör"ün (Kilise Önderi) evine gidip oradaki oyuncaklarla oynamaktı. Fakat ibadet boyunca "Pastör"ün ne dediğini veya ne dua ettiğini hiç anlamazdım. Çok bağırırdı. Buna karşılık Baxter, yanında duran bir arkadaşı ile konuşur gibiydi. O kadar kolay görünüyordu. Bu gerçekten mümkün müydü?

III İÇİMDE VE DIŞIMDA ÇARPIŞMALAR

Japon bombardımanları sona erdikten hemen sonra yeniden uçuş teknisyeni olarak çalışmaya başladım. Fakat çalışmam neredeyse yaşamıma mal olacak bir kaza yüzünden kısa kesildi. Hasarlı uçakları onarıyor ve monte ettikten sonra test ediyorduk. Bir gün komutanımızdan bir uçağı test etmek için emir aldım. Uçağın haberleşme sistemi iyi çalışmıyordu. O anda, test uçuşu sırasında arkadaşımın yüzünün yarısının nasıl parçalandığı aklıma geldi. Fakat emirlere uymak zorundaydım; bu yüzden bir arkadaşla beraber uçuşa başladım. Uçağı test etmek ve dönmek için bize 33 dakika verilmişti. Atölyeden yalnızca 30 mil uzaklaşmışken, alt taraftan vuruldum. Arkadaşım Putan, beni pilot koltuğundan itti ve kontrolü aldı. Güvenlikle yere indik ve Hindistan 56. Genel Hastanesi’ne götürüldüm. Yüzümün sağ yanı ağır şekilde yanmıştı.

Hastaneye vardığımızda ilk müdahaleyi yaptılar. Ne olduğunun tam bilincinde değildim; ancak hastaneye kabulümde zorluk olduğunu fark ettim. İki gün önce, İngiliz subayları için ayrılmış koğuşa bir bomba düşmüştü. Bir sedyede yarı bilinçli olarak yatarken, başhekim ile iki hemşire arasındaki bir konuşmaya kulak misafiri oldum. Hemşireler benim için ne yapılması gerektiğini sorduklarında, başhekim beni RAF (Kraliyet Hava Kuvvetleri) personeli olmam dolayısıyla genel koğuşa almamakta direniyordu. Hemşireler üzgündüler; çünkü yaralarımın derecesini biliyorlardı. Bir tanesi başhekime “Hangisi daha önemli? Rütbe mi, yoksa yaşam mı?” diye sordu. Fakat kabul edilmemi sağlamayı başaramadılar. Bana hemşireler lojmanındaki bir odada kendilerinin bakmasını önerdiler.

Nerede olduğumu göremiyordum; çünkü gözlerimin her ikisi de bandajlıydı. Yaralarımı, kulak misafiri olduğum konuşmalardan öğreniyordum. O odada yirmi gün yattım; fakat ihmal edilmiyordum, iki “meleğim” benimle meşgul oluyordu. Kendi elleriyle beni yediriyor ve ihtiyaçlarımın karşılanmasını sağlıyorlardı. Bana uygulanan diğer tıbbî tedavileri anımsamıyorum. Tüm bildiğim, o zamandan beri sağ gözümün yeterli göremediğidir.

Ayrılmak zorunda olduğum günün sabahı erkenden, bu iki hemşire odama geldiler ve kendilerini tanıttılar. Bu iki Hintli hemşire Amber ve Mary idi. Başkaları anlayışsızken bana sevgi göstermelerinin nedenini öğrenmek istedim. Cevaplarından çok duygulanmıştım. “Sana bakmamızın sebebi” dediler, “yakışıklı bir adam olman (gözlerim böyle bandajlı durumdayken yakışıklı olduğumu düşünmeleri bayağı zordu) ya da ödül aradığımız için değil, kısaca Hristiyan olduğumuz içindir. Efendimiz Rab İsa, insanın kurtuluşu için acı çekti; başkalarına hizmet de bizim vazifemizdir.”

Bu basit ifade ile ezilmiştim. Öyle çok ağlamıştım ki, kendi gözyaşlarımda boğulacakmışım gibi geliyordu. Bu iki hemşirenin kendi Rableri’nin adında bana böyle şefkatle bakmaları beni alçaltmıştı. Beni teselli ettiler ve “Ağlamamalısın, yaraların henüz çok yeni” dediler. Çok büyük bir minnettarlık duygusuyla başımı eğdim ve ayaklarını öpmeyi şiddetle arzuladım. Bir kez daha, bu iki öğrencisinde Rab İsa ile karşılaşmıştım, beni kovalıyor gibi geliyordu ve kaçamıyordum. Burada, hergün tanık olduğum tüm bu katliam ve insan yaşamının hiçe sayılışının tam ortasında, başkaları için yaşayan ve kaygılanan Tanrı’nın insanları vardı. Bu insanlar ile Tanrı’nın varlığını hissetmiş ve “acaba Tanrı beni mi çağırıyor” diye merak etmiştim.

Bu düşünceleri daha fazla uzatacak zaman yoktu. Taburcu edildim ve kampa geri gönderildim. Dönüşümde bana, yapacak daha hafif bir iş verileceği söylenmişti. İşim, Hava Kuvvetleri personelinin şehrin yasak bölgelerine –batakhane olan bölgeler– girmelerini önlemekti. Bu görevdeyken, şehrin bu bölgelerinde yaşayan insanlarla tanıştım. Burası gerçek sevgiye tanık olmanın pek olası olmadığı yerler gibi görülebilir; ancak bulduğum şey tamamen buydu.

Atölyemizde, Bihar ilinde doğmuş, Philip adlı genç bir havacı vardı. Onun arkadaşlığı bize eğlence ve neşe sağlıyordu. Philip’in sohbetlerinden öyle zevk alınırdı ki, kimse onun olduğu yerden ayrılamaz, sık sık mazeretlerle işten kaytarılırdı. Fakat onda beni çeken şey yalnızca sevimli kişiliği değildi. Kurtarıcısı’na olan sevgisinden dolayı yapmak istediği fedakârlıktı.

Bir sabah, Philip’e başka bir atölyeye tayin edildiğini bildirmekle görevliydim. Üzülmüştü ve gitmek istemiyordu. Sebebini sorduğumda, burada birbirlerine aşık oldukları adı kötüye çıkmış bir aileden Kumla adlı bir fahişe kızın olduğunu söyledi. Onu, böyle bir kızla evlenmenin yerleşik toplumsal âdetlere aykırı olduğu konusunda ikna etmeye çalıştım; ancak kararını değiştirmedi. Kararı, güçlü inançlarından doğan bir şeydi. “Dinim, fedakârlık üzerine kuruludur. Rab İsa, benim gibi zayıf bir insanı sevdi ve kendi yaşamını, benim canımın kurtuluşu için bir kurban olarak sundu. Eğer O, benim gibi birini kabul edebiliyorsa, benim görevim de dünyanın hor gördüğü günahkâr insanları kabul etmektir” dedi. Bu sözleri beni şaşırtmıştı. Philip, kaygısız ve gamsız biri izlenimini vermişti. Şimdi ise tamamen farklı görünüyordu. İdealleri, karanlıktaki parlak ışıklar gibi parlıyordu. Söyleyebileceğim hiçbir şey onu etkileyemezdi, kararını vermişti. Niyetlendiği bu evlilik bir kurban hareketiydi, neredeyse Efendisi’ni aynen taklit etmekteydi. Yüzbaşı Baxter anlıyordu. Onun yardımıyla meseleyi komutana açıklayabildim ve tayin emri iptal edildi. Kumla, bölge askerî rahibi tarafından yapılan düğüne kadar kampta kalması için davet edildi. Sonra her ikisi Philip’in köyünde yaşamaya gittiler. Bu, büyük bir cesaretti. Philip, kolaylıkla kendilerini kimsenin tanımadığı bir yere gidebilirdi; ancak eleştiri ve kınamalarla muhakkak karşılaşacağı kendi insanlarının arasına gitmek çok cesaret isterdi.

Sonraki günlerde, geçmiş deneyimlerimi anımsamayı sürdürdüm. Baxter’in sakin Hristiyan yaşamı, Mary ve Amber’in şefkati, Philip’in sergilediği gerçekçi kendini kurban örneği... Bu anılar zihnimde dönüp duruyor ve onların üzerinde düşünmekten kendimi alamıyordum. Bir adama, Kumla gibi bir kızla evlenmek için, toplumsal âdet ve önyargılara meydan okuyacak lütuf ve güç nereden gelebilirdi? Bu insanlar yaşamlarını, Rab İsa’nın kendileri için sunduğu kurbana borçlu olduklarına inanıyorlardı ve yalnızca bir değerler grubuna inanmıyorlar, yaşamlarını yönlendirmesi ve yönetmesi için O’na izin veriyorlardı. Bu düşünceler beni farklı bir dünyaya, benim hayal ettiğim, herkesin birbirini sevdiği ve ilgilendiği bir dünyaya sürüklüyordu. Ne hayal! Fakat böyle düşünceler için keşke zaman olsaydı. Anlamsızlaşan bir dünyada, insan yaşamının kutsal ve değerli olduğu bir başka dünyayı hayal ediyordum.

Deneyimlerimin bende yarattığı içsel karışıklık, ülkemizi içine çeken daha büyük karışıklığa kıyasla hiçbir şeydi. Politikacılar birbirine istese de, istemese de saldırıyorlardı. Hindistan kıtası büyük bir karışıklığın eşiğindeydi.

İkinci Dünya Savaşı, 1945’te sona erdi. Avrupa’ya barış gelmişti; ancak Hindistan için tarihinin en kanlı dönemlerinden biri oldu. Bu defa sorumlu, yabancı egemenlerimiz değil, dindi. Din, halkımızı tökezleten taş oldu. Hindular ve Müslümanlar artık daha fazla barış içinde yaşayamazdı. Tüm Hintliler’in paylaştığı, birleşik ve barışçı tek Hindistan kavramı paramparça olmuştu. Şimdi birbirlerine karşı şiddetli bir kin dalgasına kapılmışlardı. Korku, bu nefreti olağanüstü bir düzeye yükseltmişti. Cinayetlerin, ayaklanma ve kundaklamaların derecesi en umursamaz kişileri bile şaşırtmıştı. İslâm, yeni bir din değildi. Hindistan’a İ.S. 712’de ulaşmıştı. Zaman zaman meydana gelen çatışmalara rağmen hoş görülmüş ve ülkede son derece yerleşik olan Hinduizm ile barış içinde bir arada var olmuştu. İslâm, daha sonraları 1526’da Delhi’yi ele geçirip Moğol Hanedanı’nı kuran Cengiz Han’ın soyu ile Kuzey Hindistan’da politik bir güç olmuştu. Moğollar, halkı tamamen İslâm’a çevirmek için bir girişimde bulunmamışlardı, deneseler bile güçlü Hindu Brahman sınıfı onlara izin vermezdi. Müslüman üst tabakasından bazıları Moğolların torunları iken, ana Müslüman kitlesi Hindu toplumunun en alt kastlarından İslâm’a geçenlerdi. Sonunda, Hindular ve Müslümanlar birbirinden zor ayırt edilebilir oldular. Her ikisi de fakir ve sömürülenler arasında bulunuyorlardı.

Barış içinde bir arada yaşamış insanlar neden şimdi birbirine karşı nefret içinde ayağa kalkıyorlardı? Müslümanlar, bağımsız bir Hindistan’da Hindu egemenliğinin kendilerini zayıf bir konumda bırakacağından korkuyorlardı. Hindular’ın, kendilerine adil davranacaklarına güvenmiyorlardı. Müslümanlar aynı zamanda kendi kimliğinin bilincinde, kendilerinden haberdar bir toplum olarak büyüyorlardı. Böylece Müslüman orta sınıfı kendini göstermeye başladı. 1906’da kurulan Müslüman Birliği, iyi düşünülmüş bir girişimdi ve İngilizler’in onlara yönelik politikası gitgide lehlerine değişiyordu.

Hindular’ın ve Müslümanların zihinlerini meşgul eden politik fikirler arasında bir slogan yüksek sesle ve net olarak işitiliyordu: “Müslümanlar kendi devletlerine sahip olmalılar: Pakistan.” Böylece milliyetçi propaganda Müslümanların hayallerini alevlendirmişti. Buna ek olarak politika sahnesini alevlendiren dinsel bir coşku da vardı. Hindu ve Müslümanların paylaştığı ortak miras, eskiden barış içinde bir arada yaşamaları için yeterliydi. Fakat şimdi milliyetçilikle birleşen inançları, onları tökezleten taş olmuş ve geri dönülemez biçimde bölünmüşlerdi.

Ülkede barışı kurmak için İngiliz Ordusu’ndan ulusal polise yardım etmesi istenmişti. Burada benim görevim geçiciydi. Baxter artık bizimle değildi. Başka bir karakola tayin edilmişti. Bir gün akşam yemeğinden sonra tutuklandım. Ertesi gün de Singapur yakınındaki Bala Nakamatti adlı bir Çinhindi adasına götürüldüm. Beni ne ile suçladıkları hakkında hiçbir fikrim yoktu; ancak hemen sonra Hint Ulusal Ordusu ile ilişkili olduğunu öğrendim. Bir hafta sonra kağıtlarım geldi. Suçlamalar şunlardı:

1 - Bengalli birine tayın satarken yakalanmışım ve muhafız düdüğünü çalmadan önce revolverle ona ateş etmiş ve yaralamışım.

2 - Ben ve Onbaşı İshak, resmi üniformalı iken Mahatma Gandhi’yi kutlamış ve çelenklerle süslemişiz.

3 - Ben ve Çavuş Aslam, Muhammed Ali
Cinnah’ın politik toplantı bildirisini dinlemişiz ve sözlerimiz isyana teşvik içeriyormuş.

Kampın komutanı tüm kağıtları okudu ve geri çevirdi. Bu suçlamalar kanıtlanamazdı. Beni Chittagong’a geri göndermek yerine, Barrakpur yakınındaki bir gruba yolladı. Hindistan Ulusal Ordusu ile ilgili tüm suçlamalar Nisan 1946’da düşmüş olmasına rağmen, tüm mahkûmların serbest bırakılması isteği ile ilgili karar başarı ile sonuçlandırılamadı. Sonunda, ancak Mart 1947’de serbest bırakıldım.

Bir yol ayrımındaydım. Yaşamımı nasıl sürdüreceğimi merak ediyordum. Hava Kuvvetleri’nde kalmak boşuna gibi görünüyordu ve oradaki yaşamdan düş kırıklığına uğramıştım. Savaş ve savaşmak beni hasta etmişti. Yaralarımla ancak hafif işler yapabilirdim. Havacılık ve istihbarat alanında aldığım tüm eğitim, şimdi benim için faydasızdı. Hava Kuvvetleri’ndeki kanlı oyuna başladığımda, sadece babamın ayak izlerini takip ediyordum. Uzak ülkeleri görmeyi ve övgüye değer hizmetle bir madalya kazanmayı umut etmiştim. Burma ve Singapur’a bir gezi arzulamıştım; ancak istediğim madalya elimden kaçmıştı. Hava Kuvvetleri’ndeki yaşam, tüm ayrımcılıkları ve önyargılarıyla bana dayanılmaz geliyordu. Kurtulmaya ihtiyaç duyuyordum.

Ailem bir kez daha yaşamım üzerinde baskı kullanmaya başladı. Hava Kuvvetleri’nde olduğum süre boyunca onlarla ilişkimi korumuş ve her ne zaman ailede bir hastalık olsa daima eve gitmiştim. Fakat şimdi onlar geri dönmemi istiyorlardı. Babam ölmüş olduğu için onların isteklerine boyun eğmeye karar verdim ve terhisimi istedim.

İlk anda hemen gidemeyecekmişim gibi görünüyordu. Kurallar, istihbarat görevine katılmış bir kişinin, terhis isteğini yaptığı günden itibaren 18 ay orduda tutulmasını gerektiriyordu. Bu kural, söz konusu kişinin gizli kodları unutması amacıyla konulmuştu. Böylece sivil yaşama döndüğünde, daha önce elde ettiği herhangi bir bilgiyi kullanamazdı. Fakat Yüzbaşı Dr. Abdullah benim yardımıma koştu ve acil tıbbi bakıma ihtiyacım olduğunu söyleyerek bu kuralı uygulamadı. Sağ gözümdeki yaralarla ilgili doktor Abdullah’ın uyarılarını içeren terhis kağıtları ile terhis oldum ve eve gitmek için ayrıldım. Fakat döndüğümde annem şok olmuştu. Oğluna madalya verilmemişti!

IV MÜCAHİT

Yaşamımda bir boşluk hissederek Mart 1947’de Jammu Kaşmir’e döndüm. Fakat savaş ortamı ve parçalanma, ailemin güvenliğini sağlamak ve içinde yaşadığımız zor anlarda onlara yardım etmek için bana güç verdi. Ayrıca, ilişkilerimizdeki kopukluğu onarmak için de iyi bir fırsattı.

Gergin bir zamandı. Sözlerimizde ve davranışlarımızda dikkatli olmak zorundaydık. Hindular Jammu’da ve Müslümanlar Kuzey Kaşmir’de çoğunluktaydı. Düşman bir halkla çevrili olduğumuzun farkındaydık. Kaşmir’in durumu karara bağlanmamıştı.

Hindistan’da İngiliz egemenliği 1947 Ağustosunun ortasında sona erdi; ancak ortaya bir yerine iki ülke çıktı. Müslüman ülkesi Pakistan, bir kanadı doğuda, diğeri de batıda olarak Hindistan’ın geri kalanından ayrılmıştı. Kendi seçtikleri ülkeye giden binlerce aileyle büyük bir kargaşa yaşanıyordu. Müslümanlar için bu, batıdaki Pakistan’a yüzlerce millik yolculuk demekti. Eziyet akıl almazdı. Ayaklanmalar alabildiğine geniş bir alana yayılmış, katliamlara yol açıyordu. Kaşmir gibi bağımsız devletlere, istediği ülkeye katılma hakkı verilmişti. Kaşmir, bütün bağımsız devletlerin imzalamaya davet edildiği Katılma Belgesi’ni imzalamamış birkaç önemli devletten biriydi. Kaşmir Mihracesi, bir ikileme düşmüştü. Mihrace Hari Sing, dindar bir Hindu’ydu ve onunla bağımsız Hindistan’ın başbakanı Pandit Nehru arasında şiddetli bir düşmanlık vardı. Hindistan’ın, kendi ülkesine demokrasiyi empoze edeceği korkusuyla mümkün olduğunca uzun bir süre herhangi bir birliğe yanaşmadı. Tüm politik otoriteler tarafından halkın istediği kararı vermek için defalarca sıkıştırıldıysa da, böyle yapmak için hiç niyetli görünmüyordu. Halkının çoğunluğu Müslüman’dı; ancak bir Hindu hükümdar için Müslüman üstünlüğüne teslim olmak düşünülemezdi. Büyük bir zevkle işi ağırdan alıyordu.

Hindistan'ın ikiye ayrılmasından sonra başlamış olan cinayetler ve vahşet, azalmadan devam etti. Kimse, hiçbir yerde güvende değildi. Olaylar hızla yer değiştiriyor ve terörün egemenliği toplumun her tabakasına yayılıyor, nüfuz ediyordu. Fakat bu karanlıkta bile parlayan küçük ışıklar vardı. Politik durum değişimleri nedeniyle kimse bir anda düşman haline gelmiyordu. Kibar ve sevgili komşumuz İkbal Sing, durumun son derece kötüye gitmesi yüzünden kasabadan ayrılmamızı rica etti. Bana: “Eğer biri sizin yaşamlarınızı tehdit ederse, komşularınız olarak biz –canımız pahasına bile olsa– sizi savunmaya mecburuz” dedi. Bir nefret denizinde böyle bir ruh yüceliği, bizi boğmakla tehdit eden girdapta bir ışık feneriydi. Mihracenin, Kaşmir’de halkın çoğu Müslüman olmasına rağmen eninde sonunda Hindistan’a katılacağını biliyorduk.

Yaşamımız sürekli tehlikedeydi ve bir şeyler yapmak zorundaydık. Kardeşlerimi, eşlerini ve çocuklarını köy evimize göndermeye ikna ettim. Bunu istemeye istemeye yaptılar; ancak başka şansları yoktu. Durum daha da kötüleşmişti. Her gün işlenen kanlı cinayetlerin haberlerini duyuyorduk. İnsanların öldürme içgüdüleri üzerindeki her türlü kısıtlamalar kaldırılmış gibi görünüyordu. Yetkililer de onları durdurmakta âciz görünüyorlardı. İki ağabeyimi ayrılmaları ve eşlerine katılmaları için zorlamalıydım. Bu onlar için ağır bir darbeydi; çünkü burada, Jammu’da arazi ve mülkleri vardı. Ayrılmak, tüm yaşam boyu uğruna çalıştıkları her şeyi bırakmak anlamına gelmekteydi. Fakat yaşamları tehlikede olduğu için, önceliklerini seçmeye mecburdular ve yaşamlarını servetleri ile takas edemeyeceklerini anlamışlardı. Üzülmelerine ve acı çekmelerine rağmen ayrıldılar. Ben kalmaya ve ailemin malı-mülküyle ilgilenmeye söz vermiştim.

Terör daha yakına sokuldu ve fabrikamıza da girdi. İlyas isminde 14 yaşında bir işçimiz vardı. Bir gün öğle yemeği için eve dönmeyince küçük kız kardeşi ne olduğunu anlamak için fabrikaya geldi. Ona, İlyas'ın işe gelmediğini söyledim; kız ise ısrarla, İlyas'ın her zamanki gibi işe gelmek için evden ayrıldığını söyledi. Kuşkulanmaya başlamıştım. Acaba son kurban o muydu? Korkuya kapıldım. Küçük kızın elinden tutarak, kardeşini bulmak için caddeler boyu onunla yürüdüm. Aniden korktuğumuz başımıza geldi, onu bir lağımda cansız yatarken gördük. Midemin bulandığını hissettim, yanımdaki küçük kız da durmaksızın ağlamaya başlamıştı. Onu teselli etme çabalarım boşunaydı. Daha sonra kötü haberi alıştıra, alıştıra ailesine söyledim ve cenaze törenini ayarladım. İlyas aynı gün toprağa verildi.

Sıradaki kim olacaktı? Hepimiz baş hedeflerdik. Sih komşumuz yeniden ayrılmam için yalvardı. İşçileri gitmeye ikna etmek kolay değildi; çünkü fabrikadaki ücretleri tek gelirleriydi. Ayrılmak işsizlik, bu ise aileleri için açlıktan ölmek demekti. Üstelik çok sadıklardı ve beni bu zor durumda yalnız bırakmayı da düşünmüyorlardı. Fakat ayrılmalarında ısrar ettim ve ücretlerini ödedim. Pencap’ta, Pakistan sınırı üzerindeki Sialkot şehri biraz güvenliydi; bu yüzden oraya gittiler. Fabrikayı kapattım. Bu, benim için öyle zor bir durumdu ki... Sahip olduğumuz şeyleri kurtarma umudumuz da bitmişti. Jammu’da; üç ev, bir dükkân, fabrika ve 400 dönüm değerli araziye sahiptik. Şimdi bunların hepsini bırakmak zorundaydık. Yeni devletimizin bedeli çok yüksekti; ancak idealist Müslümanlar için ayrı bir devlet kavramı –Pakistan– başarılmıştı.

1947 Eylül’ünün sonuna yakın, RAF (Kraliyet Hava Kuvvetleri) üniformamı kuşanıp, silâhımı taktım ve caddeler boyunca yürümeye başladım. Bunu rahatsız edilmemek için yaptım. Tui Nehri’ne ulaştığımda hava kararmıştı ve bu bana uygun bir gizlenme ortamı sağlıyordu. Diğer kıyıya vardığımda “Dur!” sözünü duydum ve endişeye kapıldım. Asker, üniformamı görünce “Tamam, yalnızca kontrol ediyordum” dedi. Yürümeye devam ettim. Görüş mesafesinin dışına çıkar çıkmaz koşmaya başladım ve Zaffaraval’daki evimize olan 20 millik yolun kalanını koştum. Annem beni gözlerinde yaşlarla karşıladı. Birlikte kurduğumuz yaşam, şimdi çevremizde parçalanıyordu. Gelecek, bize umutsuz görünüyordu. Fakat politikacılara göre bu, bizim için heyecanlı ve yeni bir başlangıçtı. Biz şanslıydık. Maddi durumumuz o kadar kötü değildi. Hâlâ rahat bir eve, yeterli yiyeceğe sahiptik ve bir mülteci kampına gönderilmek için yedek sıradaydık.

Yaşam, benim için tüm anlamını yitirmişti. Her şey anlamsız ve boş geliyordu. Umutsuzluk ve çöküntüye gömülmüştüm. Fakat yaşamın bir anlamı ve amacı olduğu fikrini de içimden atamıyordum. O, kaybetmiş olduğum şeydi ve işim, yeniden onu bulmaktı. Teselli ve yeni bir yön uğruna yaşamak, hatta ölmek için bir şeyler bulmak için dine döndüm. Tüm benliğim, uğruna çekilen zahmete değer bir uğraşıyı arzuluyordu. Yeni bir çıkışa ihtiyacım olduğuna inanmıştım. Bu, hem deneyimlerimin, hem de aldığım eğitimin bir sonucuydu.

İslâm’ı ciddiyetle öğrenmeye başladım. Bu, içinde yetiştirilmiş olduğum dindi. İyi bir Müslüman olmaya kararlıydım ve dua, yaşamımın düzenli bir özelliği oldu. Müslümanlar bir günde beş kez namaz kılmak zorundadırlar; fakat ben kendimi bununla sınırlı hissetmedim ve bunu yalnızca asgari olarak kabul ettim. Beni doğru yönde yönelteceklerini umduğum din hocalarını da görüyordum.

Cihat çağrıları, her camiden yükseliyordu. Korktuğumuz gibi, Kaşmir Mihracesi, ülkeyi Hindistan’la birleştirmişti. Müslümanların çoğu çileden çıkmıştı. Eğer Kaşmir, Pakistan’ın parçası olmayacaksa, bağımsız kalmalıydı. Bu yüzden Müslümanlar şimdi, Kaşmir’in bağımsızlığı için cihada çağırılıyorlardı. Bu, en yüce hizmetti. Cihat, tüm Müslümanlara, inançsızlara veya kâfirlere karşı savaşmaları için bir çağrıdır. İslâm’ın başından beri politika ve din daima birbiriyle bağlantılıydı. En önemli işim, Allah’ı, beni bir mücahit olmaya yönlendirdiği için memnun etmekti.

Böylece yaşamımda yeni bir dönem başladı. Çabalarım, vicdanımın sesini bastırdı. İntikam ve öldürme arzusuna yenildim. O anda tüm ihtiyaç duyduğum şeyleri sunar gibi görünen bu yeni hareket için hazırlığa başladım. Sonunda, boşluk dolacaktı.

Özgür bir Kaşmir'in ilk lideri olacak olan Serdar Muhammed İbrahim’le görüştüm, bana bir kartvizitini verdi ve beni Müslüman Mücahitler Ordusu’nun karargâhına yolladı. Sıradan bir asker olarak yazıldım ve katıldım. Önceki deneyimlerimle kimseyi etkilemek istemedim; bu yüzden yaşamım ve RAF’taki eğitimim hakkında hiçbir şey söylemedim. Mücahitlerin çoğu eski asker veya hava kuvvetlerinin adamlarıydı. Fakat özgürlük hareketi iyi organize edilmiş değildi ve kimseye bir şey ödenmiyordu. Bizi, destekleyenler aynı zamanda bizi besliyorlardı da. Kendimiz hiçbir kaynağa sahip değildik. Hiçbir şey yoksa, açlığımızı gidermek için hemen bir hayvan öldürüyorduk. İyi düzenlenmiş ve disiplinli bir savaşçılar grubu olmamızı isteyen Pakistan Ulusal Ordusu ile sık sık gerginlikler oluyordu.

Ekim ayı boyunca çok sayıda adam, kuzeybatı sınırından Kaşmir’e akın ediyordu. Bada Mavla üzerinde, Muzafferabad’dan başlayan ilk atakta, bazı arkadaşlarımla onlara katıldım. Bu cephedeki çarpışma yaklaşık iki ay sürdü. Havalar soğuduğunda güney cephesine gönderildim. Orada da çok sayıda çarpışmalar vardı. Gönderildiğim müfreze, Jammu’yu Patankot’a (ve tabii Hindistan’ın geri kalanına) bağlayan yolu, mümkünse, ele geçirip işgal ederek ulaşımı kesmekle görevlendirilmişti. Mihrace kendisini Hindistan’a bağladıktan sonra, Hindistan’dan, isyanları bastırmak ve isyancıları geri püskürtmek için kendisine yardım edecek Hint kuvvetleri getirtmişti. Yolu ele geçirme girişimimizi ısrarla sürdürdük; ancak yenilgiye uğradık ve çok adam kaybettik. Buna rağmen, çok bitkin durumdayken bile karşı tarafa kayıp verdirmeyi başarıyorduk.

Özgürlük hareketinde faaliyetimin en yoğun olduğu sıralardayken Salima ile tekrar karşılaştım. Çok sevinmişti ve arkadaşlığımızı canlandırmaya, hatta evliliği düşünmeye can atıyordu. Ailem servetini yitirmişti ve bu nedenle evliliğimizi engelleyebilecek bir şey yoktu. Bunu çok arzuluyordum; ancak şimdi sırası değildi. Kendi içsel mutluluğumu yakalamak için milliyetçi ve dinsel çabalara kendimi çok kaptırmıştım.

Ayrıldık; fakat bunun son görüşmemiz olacağından haberim bile yoktu. Bir süre sonra, Salima’nın köyüne gittim; fakat hastaydı. Onu görmeme izin verilmedi. Hastalığının derecesini bilmeden köyden ayrıldım. Bir ay sonra köye tekrar gittim ve önüme çıkan manzara beni şok etti. Kalbim öyle hızlı atmaya başlamıştı ki, göğsümün patlayacağını sanıyordum. Salima’nın kardeşi, ailesi ve yakınlarını üzgün yüzler ve yere dönük bakışlarla eve dönerken gördüm. Telâşa kapılmıştım ve korku yüreğimi sımsıkı kavramıştı. Salima’ya bir şeyler mi olmuştu? Kardeşi bana en kötü olanı söyledi: “Salima bu sabah öldü. Onu şimdi gömdük.” Yıkılmıştım.

Başımı kaldırdığımda güneşin batmakta olduğunu görebiliyordum. Gökyüzünde çok güzel bir kızıllık vardı. Gün, sonuna yaklaşmıştı ve Salima’nın yaşamı sona ermişti. Kalbi kırık mı ölmüştü ve ben suçlu muydum? Keder ve vicdan azabı içimi dolduruyordu. Mutluluğa giden kapı, şimdi ebediyen kapalı görünüyordu. Sahip olabildiğim en değerli şeyi kaybetmiştim. Savaşçı grubuma paramparça bir yürekle geri döndüm. Benim için kederimi boğmanın tek yolu, kendimi özgürlük hareketine daha yoğun adamaktı. Uğruna yaşamak zorunda olduğum her şey bu özgürlük hareketi olacak gibi görünüyordu.

Komutanlarım, deneyimlerimi fark etmekte en faydalı olacak şekilde yönlendirmekte gecikmediler. Bu gerilla savaşında her şey büyük gizlilik içinde yapılmak zorundaydı. Bölge komutanı yapıldım ve diğer mücahitlerin eğitimi sorumluluğu da bana verildi. Yavaş yavaş haber alma işine daha fazla karışıyordum.

Önemli bir olayı çok canlı anımsıyorum. Bir operasyondaydık ve onu tamamlamak için iki günümüz daha vardı. Tepelerde istihbarat toplayan üç kişiydik. Yiyeceğimiz kalmamıştı. Yiyeceğimiz temel olarak yağda kızartmaya alıştığımız taze mısırdan ibaretti. Açtık. Yakınımızda, Hindular’ın ölülerini yaktıkları bir yer vardı. Bu yerin tekin olmadığı kabul edilirdi ve hiçbir Hindu orada gezinemezdi. Fakat hiçbir şeyden korkmuyordum ve açlığımızı nasıl gidereceğimizi merak ederken bir fikir buldum. İlerde, ölü yakılan odunlardan yükselen dumanı gördüm, yakınında da mısır tarlası vardı. Biraz mısır topladım ve yönümü ölü yakılan odunlara çevirdim. Düşman bölgesindeydik ve ateş yakamazdık; çünkü bu dikkat çekebilirdi. Gittim ve mısırları ölü yakma odunlarının için için yanan közlerinde kızarttım. Arkadaşlarım, benim kızarmış mısırla döndüğümü görünce sevinmişlerdi ve bunu nasıl yaptığımı sormaktan kendilerini alamadılar. Yiyip bitirdikleri zaman istemeye, istemeye anlattım. Tiksindiler ve karın ağrısından şikâyet etmeye başladılar. Onların bu tepkileriyle çok eğlenmiştim.

Operasyonlarımız hilelerin her türünü içeriyordu. Bir defasında bir Hindu Brahman gibi giyinmiş ve Pakistan’dan bir mülteci olduğum yalanını söylemiştim. Hindistan’ın bölünmesinden sonra insanların oturdukları yerlerden ayrılmalarıyla hem Hindistan’dan, hem de Pakistan’dan mültecilerin varlığı normal bir görüntüydü. Dikkat çekmeyeceğimi biliyordum; çünkü binlerce Hindu tüm mallarını bırakmış, Hindistan’a doğru yol alıyordu. Benim görevim, Hindistan ordusunun bu bölgedeki gücünü ve kaynaklarını keşfetmekti. Sınıra vardığım zaman ağlamaya, ailemin nasıl öldürülmüş ve eşyalarımın nasıl alınmış olduğunu anlatmaya başladım. Çok etkilendiler ve yardım edeceklerini söyleyip beni teselli ettiler. Bir ev ve ev eşyaları alacağımı ve her şeye yeniden başlayabileceğimi anlattılar. Rahatlamıştım, her şey yolunda gidiyordu. Fakat sonra benim acılarım için Hindu Kutsal Yazıları’ndan bazılarını okumamı istediler. Jammu’daki Hindu okulunda öğrenmiş olduğum birçok parçayı biliyordum; fakat onların özellikle duymak istediklerini bilmiyordum. Plan suya düşmüştü. Paniğe kapıldım, hızlı düşünmek zorundaydım. Merhametlerine sığınmaya karar verdim ve yeniden ağlamaya başladım. Mantraları ezbere okuyamayacak kadar şaşkın ve bitkin durumdaydım. Fakat buna kanmadılar ve şüphelendiler. Her şeyi göze almıştım, eğer kim olduğumu anlarlarsa, adamlarımın da yakınlarda olabileceklerini tahmin edebilirlerdi.

Gerçek bir Hindu olup olmadığımı anlamak onlar için zor olmayacaktı; çünkü bedenimde gerçek kimliğimin bir işaretini taşıyordum. Her Müslüman çocuğu gibi sünnet, benim de İslâm’a katılışımın bir parçası olmuştu. Ne olduğumu anlamak için beni yalnızca soymaları yeterliydi. Durum daha kötüleştiğinde kullanmak için elbisemin içine yerleştirdiğim iki el bombam vardı. Beni kontrol etmek için kenara götürdükleri sırada kendimi kurtarmayı başardım ve duvarın üzerinden atladım. İlk el bombasını attım, on beş saniye bekledim ve sonra ikincisini attım. Her taraf alevler içinde kalmıştı.

İnsan canı ve malının böyle tahrip edilmesi, olağandışı bir şey değildi. Bir köye girmek, herkesi silâh zoruyla evlerinin içine sokmak ve kapıları dışarıdan sımsıkı kapatıp tüm köyü ateşe vermek alışkanlığımızdı. Bu eylemlerin insanlık dışı olduğu bilincime işlemiyordu. Sadece bir iş yapıyordum ve bu iş "iyi" yapılmalıydı. Eğer Allah memnunsa, ben neden dert edecektim?

Bu özgürlük savaşı iki yıl sürdü. Bu sürenin sonunda, küçük bir çocukken öğrendiğim yaşamın kutsallığı ve başkaları için yaşamak gibi değerleri anımsamama yardım edecek bazı olaylar olacaktı. Bu idealler su altında kalmışlardı; ancak tekrar suyun yüzüne çıkacak ve yaşamımda yeniden önceliği alacaklardı.

Bölge komutanı olarak daha fazla baskın için bir toplantı düzenledim. Sık sık sayımızı arttırmaya yardımcı olan kuzeybatı sınırının Patanlarından yardım alıyorduk. Kaşmir’in bağımsızlığı için savaşmaktan çok kadınlar ve macerayla ilgili insanlardı. Fakat planlarımızı onlarla tartışmak için benim bölgemde bir toplantı düzenlemiştik. Toplantı zamanı yaklaşırken cadde boyunca yürüdüğüm esnada, şaşkınlıkla birisinin beni adımla çağırdığını duydum. Zayıf bir kadın sesiydi; ancak yine de bu sesi tanımıştım. Kullandığı ismim, yalnızca ailemin ve en yakın dostlarımın kullandığı lâkabımdı. Beni, bana verilmiş olan lâkapla “Gama” diye çağırmıştı. Sesin geldiği yöne baktım ve Hindu arkadaşlarımdan birinin kız kardeşi olan genç kızı demirli bir pencerenin arkasından bakarken gördüm. Zar zor tanıyabildim onu; ancak Hindistan sınırını güvenli geçebilmelerinden önce annemin iki ay evimizde barındırdığı bir ailenin kızı olduğunu anımsadım. “Sen Sudeş’in kız kardeşi misin?” diye sordum. Başını salladı. “Buraya nasıl geldin?” dedim. Çok çekingendi ve bana anlatmaya utanıyordu. Ondan anlatmasını rica ettim; çünkü nasıl kederli olduğunu görebiliyordum.

Sonunda, başına gelen korkunç şeyi anlattı. On iki Patan, sınırı geçmiş, köyüne saldırmışlar ve her biri onun ırzına geçtikten sonra onu buraya getirmişlerdi. Dilim tutulmuştu. Neye tanık oluyordum? Dini çabaların sonucu bu muydu? İslâm böyle davranışa sebep olabilir miydi? Kendi seçtiğim mesleğimde ilk defa olarak, eylemlerime karşı içimde şüpheler doğmaya başladı. Bu küçücük kıvılcım kolay sönmeyeceğini gösterdi. Bu durumda olumlu bir şeyler yapmak zorundaydım. Yaraları için neye ihtiyacı varsa getirdim ve serbest bırakılması için tüm nüfuzumu kullandım. Onu yaraları yeterince iyileşene ve sınırı geçip yeniden ailesiyle bir araya gelebileceği zamana kadar eve, annemin yanına götürdüm. Bu insafsız olay, bir defasında tanık olduğum bir olayı anımsamama neden oldu. Kaşmir’e giden yolda, Gujarat kasabasındaydım. Çarşı boyunca yürürken insan ticaretine tanık olmuştum. Üç kadının değeri, onlar için istenen fiyatlarla ifade oluyordu. Bakire bir kız 300 kuruşa satılmıştı, evli ve küçük bir çocuğu olan diğeri 200 kuruşa ve yaşlı bir kadın da 50 kuruşa satılmıştı. Nasıl şok olduğumu anımsıyorum. Kendime “İnsan yaşamına nasıl değer biçilir?” diye sormuştum.

V BEKLENMEDİK DÜŞMAN

Aklî dengem zarar görmüştü. Kendimden emin değildim. Ancak buna rağmen devam etmek zorundaydım, akıntının ortasında duramazdım. Hindistan Başbakanı Pandit Nehru ile Pakistan Başbakanı Liyakat Ali Han arasında bir anlaşma yapılmıştı. Hint ordusu bu anlaşmadan kârlı çıkmış ve Kaşmir’deki durumunu güçlendirmişti. Buna karşılık Özgür Kaşmir Ordusu’ndaki mücahitlerde moral bozukluğu büyüyordu. Mücahitlerin hareket ve savaş düzeni yayılışları öngörülenden çok uzak ve plansız olmuştu. Sınırlı kaynakları yüzünden neredeyse felç olmuş olan bu Müslüman savaşçılar, yalnız geceleri savaşabiliyorlardı.

Bir akşam arkadaşlarımın bazıları ile bir köye girmiştim. Köy, Hindistan toprakları içindeydi. Köyde hâlâ birkaç Müslüman olmayan kişinin yaşadığını duymuştum; bu yüzden köy muhtarını çağırttım ve bunun doğru olup olmadığını sordum. Cevabı:

“Hiç Hindu yok, efendim” dedi, “fakat bir Hristiyan aile var.”

“Hristiyan? İsa’nın izleyicileri mi demek istiyorsun?”

“Evet, yalnızca üç kişi.”

“Demek bunlar, Müslüman değiller. Bizimle gel, evlerine götür. Onlarla konuşacağız.”

O andaki Hristiyanlık anlayışımın ışığında bu adım, bana çok doğal geliyordu. Bir defasında “Kâfir” kelimesini ayrıntılı olarak açıklaması için bir mollaya rica ettiğimi anımsıyorum. “Kim ‘Kelime-i Şehadet’ getirmek istemezse, bir kâfirdir” diye cevaplamıştı. Kelime-i Şehadet iki bölümden oluşur:

“Allah’tan başka Tanrı yoktur. Muhammed O’nun elçisidir.”

Her gerçek Müslüman bu temel inancı kabul etmelidir. Her kim bunu söylemezse, kâfir sayılır. Bu yüzden herkes için sadece iki olasılık vardır; ya barışın kapısı ya da savaşın kapısı. Bir kimse bu inancı kabul etmez ve Muhammed’in öğretilerine boyun eğmezse, barışa ve Allah’ın himayesine sahip olamaz. Savaşı ve onun sonuçlarını seçer.

Kafamda böyle düşüncelerle eve gitmek için yola çıktık. Duvarlı bir avlu içinde küçük bir odaydı; fakat kapısı içeriden kilitlenmişti. Kapıyı çaldık ve açıldı.

“Sizler Hristiyan mısınız?”

“Evet, öyleyiz.”

“Bu ana kadar Hristiyandınız. Şimdi Müslüman olacaksınız!”

Bir yağ lambasının verdiği ölgün ışıkta, iki orta yaşlı insan önümde titreyerek duruyorlardı. On yaşlarında bir kız çocuğu yatağın altından sürünerek çıktı ve komik bir cesaretle gözlerime bakarak:

“Hayır, Müslüman olamayız” dedi.

Kahkahayı bastım ve sebebini sordum.

“Her ne için olursa olsun, dinimizi değiştiremeyiz” diye yanıtladı.

“Aptal kız” dedim, “bugünlerde yaşamını kurtarmayı düşünmek zorundasın ve bunun yolu da bu.” Fakat boyun eğmedi.

“Biz, ‘Dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim’ diyen birine inanıyoruz ve O’nun bugün bile bizimle olduğuna inanıyoruz.”

Daha fazla sabretmek benim için zordu. İnatçılığı beni sinirlendirmişti ve çabucak bir karar aldım. “Pekâla” dedim, “bu iki yaşlı insanın yaşamına son vereceğiz ve seni de Hindistan’dan Müslüman bir kızla takas etmek için yanımızda götüreceğiz.” Fakat, on yaşındaki bu küçük kız tehditlerime boyun eğmeyecekti.

“Ne istersen yap; yalnız bir isteğimiz var” diye yanıtladı.

“Nedir o?”

“Yaşamımızı bağışlamanı dilemeyeceğiz; fakat sadece bize dua için birkaç dakika ver, böylece bize bu sözü vermiş olandan yardımımıza gelmesini isteyebiliriz” dedi kendinden emin bir şekilde ve gözlerinde hiç korku yoktu.

“Aptal kız, bugün hiçbir Tanrı, hiç kimseyi kurtaramaz. Sınırın Hint tarafındaki Müslümanları hiç kimse kurtarmadı ve sınırın bu tarafında olan Hindular’ı da hiç kimse kurtaramadı. Karşıda, Fort Haptal’daki tapınağı görmedin mi? Onu nasıl da birkaç saat içinde yerle bir ettik?” Bunu, onu korkutmaya çalışarak söylemiştim.

“Bize sadece birkaç dakika ver” diye ısrar etti.

“Evet, evet dualarınızı okuyun” dedim ve alaylı alaylı ekledim, “dua ederek bir atom bombası yapıp yapamayacağınızı göreceğiz.”

Küçük kız ve diğer ikisi dizlerinin üzerine çöktüler. Ne söylediklerini duymadım; ancak kızın yanaklarından süzülen gözyaşlarını ve dudaklarının kıpırdadığını fark ettim. Sonra sessizlik üçünün birden “İsa Mesih’in adıyla, amin” demeleriyle bozuldu.

Amin kelimesi telâffuz edilir edilmez yerden, olağanüstü parlak bir ışığın gözlerimi kamaştırdığını hissettim. Bir anda terlemeye başladım ve boğazım kurudu. Dokuz yaşımdan beri ilk defa korkuyu –gerçek, donduran korkuyu– yaşadım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Aniden zihnimde, bu zavallılardan özür dilemem ve beni affetmeleri için yalvarmam gerektiğini söyleyen bir düşünce oluştu; böylece korku içinde ve titreyerek “Lütfen beni affedin” dedim. Neden özür dilemem gerektiğini anlayacak durumda değildim; ancak besbelli benim tanık olduğum tüm güçlerden daha büyük bir güçle ilişki içindeydiler. Belki de affı O’ndan dilemeliydim. Her neyse, “Seni İsa Mesih’in adı ile affediyoruz” sözlerini duydum.

Bu cümle telâffuz edilir edilmez kendime geldim. Aile, huzurlu ve sakin, ne emredersem yapmaya hazır, yeniden önümüzde ayakta durdular. Orada daha fazla kalamazdık. Elimizde, terk edilmiş Hindu evlerinden çalmış olduğumuz biraz mücevher vardı. Sebep olduğumuz sıkıntı için onlara bir şeyler borçlu olduğumuz hissiyle mücevherlerin bir kısmını onlara verdik ve ayrıldık.

Karargâhıma döndükten sonra uyuyamadım, İsa Mesih’in adı, zihnime tekrar tekrar saldırarak kulaklarımda çınlamayı sürdürüyordu. İsa Mesih’in adı zihnime daha etkili geldikçe daha önce yaşadığım deneyimlerimi anımsamaya başladım. Beni ve arkadaşlarımı Japon bombalarından korumuş olan, Baxter’ın Rab İsa’sı vardı. Eğer Baxter’ın ifadesi doğruysa –ve biz hepimiz yaşamlarımızın kurtuluşu için onun tek açıklama olduğunu kabul etmiştik– o zaman yaşamımı O’na borçluydum. Üstelik O’nu ne kişisel olarak tanıyordum, ne de hakkında fazla bir şey biliyordum. Bilmediğim birine minnettarlığımı nasıl gösterebilirdim? Fakat mecburdum; çünkü yaşamımı kurtarmıştı.

Sonra, Amber ve Mary’nin güvendikleri ve O’nun sevgisi uğruna yaraları ile ilgilenerek genç, yaralı bir adamın yaşamını kurtarmış oldukları İsa Mesih’leri vardı. Bu Rab İsa, sadece yaşamımı kurtarmamış, yaralı ve çaresiz olduğum zamanda, öğrencilerinin bana bakmalarını sağlamıştı. Neden bunu benim için yapsın? O’na bağlanmamıştım. O’nun ne izleyicilerinden istediği yaşam şeklini biliyor, ne de izliyordum. Gerçek bir Müslüman olarak, İslâm’ın kurallarına uymuştum, İsa Mesih’e ait olmamıştım.

İsa Mesih, Philip’e büyük özveriler için güç vermişti. Salima ile kendi mutluluk şansımdan vazgeçip, cihatta Allah’ı memnun etme uğruna Salima’yı ebediyen kaybederek, ben de özveride bulunmuştum. Fakat, ne Allah’la kişisel bir yakınlık hissetmiştim, ne de herhangi bir şeyi yapmak için bana cesaret verdiğine inanmıştım. Kendi gücüme ve yeteneklerime güvenmiştim.

Tüm deneyimlerimin en etkilisi, tam vaktinde gelip kurtardığı küçük kızın İsa Mesih’i ile karşılaşmamdı. O, sözüne sadık biriydi. Japon bombardımanı sırasında grubumuzu O'nun nasıl koruduğu hep aklımdaydı. O’nun koruyuşuna kendi gözlerimle tanık olmuştum. Bu gerçekten kaçış yoktu. Bu “İsa Mesih” nereye gitsem beni kovalıyor gibiydi. Şaşılacak şekilde aileden beni affetmelerini istemiştim, böyle bir şeyi daha önce hiç yapmamıştım. Ve onlar beni İsa Mesih’in adı ile affetmişlerdi.

Aniden tüm bu deneyimlerimle ilgili bir örneği keşfetmeye başladım. Bunlar, bir ipte bir araya gelince mükemmel bir gerdanlık oluşturan dağılmış inciler gibiydiler. Kesin bir ölümden kurtarılmış, özenle bakılmıştım ve İsa Mesih’in kurban sunusunun, O’nun adıyla affedilmiş olanların yaşamlarında ne ifade ettiği bana gösterilmişti. Bir şeyler için seçiliyor muydum? Ve eğer böyle ise niçin?

Hiç aklımdan çıkmayan bu düşünceler bana rahat vermiyordu. Devamlı dikkatimi kendi üzerlerine çekiyorlardı. Bununla birlikte, diğer düşünceleri ve sözleri boğacak kadar güçlü değillerdi. Özgürlük hareketine çok karışmış durumdaydım. Kolaylıkla silâhlarımı bırakıp yürüyüp gidemezdim. Kendimi verebileceğim başka hiçbir şeyim yoktu. Coşkum azalmış olmasına rağmen, hâlâ faaliyetlerimi sürdürüyordum.

Bir gece, müfrezem başarılı bir saldırı planlayıp gerçekleştirmiş ve Jammu bölgesinin oldukça içlerinde bir köyü ateşe vermişti. Bölgenin içlerine giden yolda, bir tarlanın köşesinde yalnız başıma duruyordum. Köyde ölen ve yanan insanların feryatlarını duyabiliyordum. Bu yöne doğru kaçmaya çalışacak olanları mermilerimle karşılamak için bekliyordum.

Yaşlıca bir kadın, taşıdığı bir şeyleri duman ve ateşten uzak tutarken alevlerin arasından göründü. Omuzlarının üzerinde bir çocuk vardı. Bir mermi harcamanın israf olacağını düşündüm, revolverimin dipçiğiyle her ikisinin de işini bitirebilirdim. Ona doğru ilerlediğimde, çocuğu ayaklarımın dibine indirdi ve “Öldür, haydi öldür onu! Bu çocuk bir Hindu’nun çocuğudur. Tanrınız insanları öldürmekten zevk alıyor, bu yüzden öldür onu” dedi.

Elim havada durdu ve tamamen şaşkın donakaldım. Yapmam gereken şey, onları öldürmekti. Fakat kadının bu ani çıkışı beni şaşırtmıştı. Duraksamamdan yararlanarak kadın dimdik gözlerime bakarak sertçe sordu:

“Evlât, hiç çocuğun var mı?”

“Hayır, anne. Fakat kardeşlerimin var.” (Yaşlılara saygı duygumu yitirmemiştim; bu yüzden ona “anne” diye hitap etmiştim.)

“O çocukları, topraktan evler yaparlarken izledin mi?”

“Evet, anne. Ben de çamurdan atlar, öküzler ve birçok defa evler yapardım.”

Konuşma gitgide benim elimi kolumu bağlıyordu. Nasıl da akıllıydı, bu yaptığıyla, beni konuşmasıyla meşgul ediyordu. “Birisi bu çamurdan evleri ve oyuncakları parçaladığı zaman ne hissediyordun?” Oldukça utangaç ve şaşkın: “Çok canım sıkılırdı anne” diye yanıtladım. “Pekâla oğlum. Yalnızca düşün ki, Tanrı bu küçük canın bedenini kendi iyiliğini göstermek için kendi elleriyle yaptı. Eğer birisi senin yapmış olduğun şeyi yıktığında kızıyorsan, Tanrı’nın tüm bu yaptığınız şeylerden hoşlanacağını nasıl düşünebilirsin? Tanrı, inançsızları öldürmek için sizin yardımınıza muhtaç olacak kadar zayıf mı?”

Bu sözler zihnime ve canıma bir balyoz gibi indi ve bağırdım: “Yeter anne! Bugünden sonra bu eller, din adıyla asla başka birine kalkmayacak. Tam bir alçak olduğumu bana fark ettirdin. Buna bir son vereceğim.”

Yüreğimin en derinlerinde, kadının haklı olduğunu anlamıştım. Katıldığım faaliyetlerle ilgili kuşkularımı doruğa çıkarmıştı. Bu savaşa devam etmekteki kararlılığım oldukça zayıflamıştı zaten. Şimdi ise, artık devam edemezdim. Tamamen yıkılmıştım. Bölüğüme dinlenme için geri çekilmeyi emrettim. Adamlar aptal ya da deli olduğumu düşündüler ve söylenmeye başladılar. Bu, bana yakışmayan bir şeydi ve çok şaşırmışlardı. Yine de itaat ettiler.

O gece, seçtiğim kan ve şiddet dolu yol üzerine iyice düşündüm. Benim gibi birisi için tek yerin cehennemde ebedi ceza olacağını hissettim; çünkü ben, kendi ellerimle Tanrı’ya ait şeyleri öldürmüştüm. Kadiri Mutlak Allah tüm evreni yaratmıştı ve ben O’nun yarattığı en değerli şeyi öldürmüştüm. Fakat yaptıklarımın tüm sorumluluğunu kabul edemezdim. Elbette, ben yalnızca hocalarıma boyun eğmiştim. Fakat eğer tüm bu kan dökme oyunundan ben sorumlu değilsem, kim sorumluydu? Tanrı mı?

Bu düşüncelerden dolayı acı içinde, hayatıma bu şekilde devam edemeyeceğim sonucuna vardım. Artık, kâfirleri öldürerek Allah’ı memnun ettiğimi hissetmiyordum. Ayrılmak zorundaydım. Ayrılmak, benim için tek açık yoldu. Sonuçlarını düşünemezdim. Yalnızca ne yapmam gerektiğini biliyordum. Komutana gittim ve Özgürlük Hareketi’nden ayrılıp ayrılamayacağımı sordum. Yüzü tamamen şaşkınlık içinde: “Neden ayrılmak istiyorsun?” diyesordu. Tüm hikayeyi ona anlatmaya dilim varmıyordu. Ona gerçekçi gelmeyebilirdi. Herhalde bu durumda gerçekten ne düşündüğümü kimseye anlatamazdım. Uzun, uzun anlatmak için vaktim yoktu. O yüzden ona yalnızca harekete bağlı olmadığımı anlattım. Ücretli değildim ve onların da benim üzerimde hakları yoktu. Serbestçe katılmıştım ve şimdi de serbestçe ayrılmak istiyordum. Benimle tartışmayı sürdürmenin ve beni kalmaya ikna etmeye çalışmanın faydasız olduğunu anladı. İstifamı yazılı olarak istedi. Bu bana, düşüncelerimi ayrıntılı şekilde yazmak için bir imkân verdi. Ayrılma isteğimin sebeplerini en iyi şekilde açıklamaya çalışarak dört sayfa yazdım. Bunları sabırla ve dikkatlice okudu. Açıkça benim hakkımda ne düşündüğünü anlattı. Çıldırmış olduğumu söyledi. Düşüncesi için ona teşekkür ettim ve çıldırmaktan mutlu olduğumu söyledim. Beynimdeki bu zayıf yerden gerçek ışık giriyor, yayılıyordu. Sonunda aklım başıma geliyordu. Komutan şaşkındı; ancak bana kabul ettiğim başka bir işi, Hindistan’a kaçmış Hindular’ın bırakmış olduğu tüm taşınabilir eşyaları toplamayı önerdi. Müslüman Ulusal Muhafızlığı'nın diğer bazı gönüllüleri ve bir dinsel rehber de benimle olacaktı.

Bu iş beni tekrar aileme götürmüştü. Bir gün yemek için eve gittiğimde, ağabeyim Hacı Huda Bahş güzel bir atkım olduğunu gördü ve onu nereden bulduğumu sordu. Hindu evlerinden birinde el koyduğum eşyaların içinden almış olduğumu açıkladım. Ağabeyim atkıyı benden aldı ve ateşe attı. Kızgınlık içinde: “Bu atkıyı almakla kendini ve bizi rezil ettin” diye bağırdı, “şimdi evde kalacaksın ve artık yağmacılıkla ilgili bu işe devam etmeyeceksin! Duyuyor musun beni?”

Şaşırmıştım, olağandışı bir şey yapmıyordum ki... Din hocalarımız bile terk edilmiş malları almayı ve kullanmayı ahlâksızlık görmüyorlardı. Hindular’a ait seramik ocakları alıp kendi evine yerleştirmiş bir mollayı anımsıyorum. Bu adam, ailemizce tanınan birisiydi. Kendisi uzakta, Müslüman din önderleri için olan okulda, Kuzey Hindistan’daki Deoband ve Bulandşehr’deyken, babam onu desteklemek için parasal yardım yapmıştı. Bu molla, yakın bir Hindu köyünde terk edilmiş büyük bir konağı da ele geçirmeyi başarmıştı. Bir gün onu bölge subayının huzurunda, kendisinin Hindistan’dan bir mülteci olduğunu iddia ederken görmüştüm. Hindistan’da büyük ve verimli bir toprağı terk etmiş olduğunu ve bunun karşılanacağını umduğunu söylüyordu. Şu söz nasıl da doğruydu:

“Liderler gibi kuşanmış birçok hırsız buldum, Kendimi mi koruyayım yoksa şerefimi mi?”

Yeniden işsiz ve çaresizdim. Hayat beni nereye sürüklüyordu?

VI KÖŞEYE SIKIŞTIRDI VE FETHETTİ

O uğursuz gecede yaşlı kadınla karşılaşmam, bir daha asla insan canı almayacağıma yemin etmeme neden olmuştu. Bu sözü tutma kararlılığımla Özgürlük Hareketi’nden ayrıldım. İngiliz ordusundan ayrıldıktan sonra Allah’ı memnun etme arzum, beni özgür bir Kaşmir için savaşma hareketine sürüklemişti. Sonra yaşamım bir anlam ve hedefe sahip görünmüştü. Fakat şimdi ne dinsel gayretim, ne de politik coşkum hayalimi ateşleyebilmişti. Bunun yerine, savaşın gaddarlığı ve vahşetinden dehşete düşmüştüm. Bir kez daha, önceden olduğu gibi, olduğum yerde durup kalmıştım. Bir yol ayrımında duruyor ve hangi yöne döneceğimi bilmiyordum.

Bununla birlikte, boşluk yerine kuşku ve korkularla doluydum. Özellikle bir korku –ölmek ve cehenneme gitmek korkusu– yakamı bırakmıyordu. Kendim için başka bir son göremiyordum. Ölüm bana öyle gerçek geliyordu ki, öldükten sonra ne olacağımı merak ediyordum. Dokuz yaşından beri korkuyu çok seyrek yaşamış, tehlikeli görevlerden hiç korkmamış ve sık sık ölümün eşiğine gelmiş olan ben, şimdi korkunun –hak ettiğimi bildiğim korkunun– demir pençesine yakalanmıştım. Kendimi yalnızca cehenneme lâyık görüyordum.

Kuşkular bana saldırıyor ve beni daha büyük karışıklığa sürüklüyordu. Tanrı yoksa ne olacaktı? O zaman ne olduğum ve ne yaptığımdan dolayı cezalandırılamazdım. O zaman cehennemden korkmaya da lüzum olmazdı. Her tarafta ölüme ve insan yaşamının harap oluşuna tanık olmuştum. Tanrı, tüm bunların içinde varolmuş olamazdı. Fakat vicdanımın sesi susmayı reddediyor; “Gerçekten Tanrı vardır” diye haykırıyordu. Evrenin varlığı, onun başlangıcının kaynağı olan bir şey olduğuna yeterli kanıttı benim için. Eğer böyle değilse, o zaman Tanrı yarattığı ile yakından ilgilenmiyor olacaktı ve dünya da ıssız ve sevimsiz olacaktı. Fakat durumun böyle olmadığını biliyordum, doğanın güzelliği inkâr edilemez bir tanıklıktı.

Bu dünyayı ve onun tüm güzelliklerini yaratmış olan bir Tanrı’nın var olduğunu kabul ettiğimde bile, Tanrı’nın neden kendi yaptığı şeyin yıkılmasına izin verdiğini merak ediyordum. İnanmış ve Allah’ın imansız ve inançsızların ölmesinden memnun olduğunu öğreten dinsel liderlerce cesaretlendirilmiştim. Fakat her şeyi o yarattıysa, bu nasıl mümkün olabilirdi?

Belki de Tanrı, özgür iradesini kullanan hatalı insandan sorumlu değildi. Belki de insanların öldürülmesinden hiç memnun değildi. Fakat insana ilk başta özgür iradeyi vermiş olduğu için, sonuçta “Tanrı sorumlu olmalı” diye düşünüyordum. İmansızları öldürdüğümde, bana böyle yapmam için ilâhi bir emir verilmiş olduğu kanısındaydım. Eğer Tanrı memnun olmasaydı, kendi isteğini yerine getirmek için benim irademe kolaylıkla hâkim olabilirdi. Dindar bir Müslüman olarak, camilerden gelen cihada katılma çağrısına olumlu yanıt vermekle doğru hareket etmiş olduğuma inanmıştım. Teslim olmuştum, nihayet İslâm, Allah'a teslimiyet değil midir? Bu yüzden yapmış olduğum şeylerden sorumlu tutulamazdım ve eğer sorumlu değilsem, suçlu veya cehenneme lâyık olduğumu hissetmem için sebep yoktu. Belki de tamamen hatalıydım. Belki de özgür irademi vicdanımın suçlayacağı şeyleri yapmayacağım bir şekilde geliştirmeliydim. Eğer vicdanım beni suçladıysa ve bir Tanrı varsa, o kesinlikle benim vicdanımdan daha büyük olmalıydı.

Bu konular üzerinde düşündükçe daha şaşkın, daha umutsuz hale geliyordum. Zihnim, eziyet eden düşüncelerle allak bullak olmuş yalpalamaktaydı. Tamamen yanlış yola sürüklenmiş bir adam gibi hissediyordum kendimi. Geride kalan yaşantımda hiçbir ışık pırıltısı yoktu. Fakat böyle sorunlarla başa çıkmak için zihnen yanlış donanımlıydım. Ruh halim öyleydi ki, geceleri uyuyamıyordum. Bazen yattığım yerde gözlerim kapalı düşünmeye davam ederdim; uyku sadece tamamen zihnin tükenmesinin bir sonucu olarak gelirdi. Belki de bir yanıt bulma çabasından vazgeçmeliydim. Belki de tüm dinler, sıradan insanları yetersiz hissettirmek isteyenlerin uydurmalarıydı.

Eziyet çeken zihnim bu düşüncelerle akıyor ve bir teselli bulamıyordu. Bir yanıt olmalıydı ve onu bulmak zorundaydım. Sorular yanıtları istiyordu ve hiçbirini bulamıyordum. Uyku ve yemek benim için bir şey ifade etmiyordu. Bir defasında on yedi gün ne yemek yedim, ne de uyuyabildim. Sinirli biri olmuştum ve benimle geçinmek zorlaşmıştı. Arkadaşlığım, artık dostlarım tarafından aranmaz olmuştu. Dini tamamen terketmiştim. Müslüman din liderlerimizin tavsiyelerini tamamen reddediyordum. İnsanlar delirmiş olabileceğimi söylemeye başlamışlardı. Karışmış olduğum cinayetlerin zihnimi rahatsız ettiğini zannediyorlardı. Benim mi insanlardan, yoksa insanların mı benden hoşlanmadığından emin değildim. Belki de her ikisiydi.

Ailemden bile soğumuştum. Evimde bir yabancı olduğumu ve ailemden hiç kimsenin benimle konuşmaktan hoşlanmadığını biliyordum. Ne olduğunu anlayamıyorlar ve kendilerini tamamen çaresiz hissediyorlardı. Böyle umutsuzluklar sık sık gücenmeye dönüşürler. Zavallı anneciğim tüm bunlardan çok kederliydi. “Anlat bana oğlum, sıkıntın nedir sana yardım ederim” diye yalvarıyordu. Fakat kimse bana yardım edemezdi. Kendi sebep olduğum dertten dolayı üzgündüm ve üstelik bu konuda bir şey yapamıyordum. Rahatsız eden düşünceler ve yanıt isteyen soruların sonsuz akışına kapılmış gibiydim.

Ara sıra, ancak yalnızca geçici olarak, yaşamın tamamen boş ve anlamsız olmadığı düşüncesi hatırıma geldikçe, küçük bir ışık demeti karanlığı delip geçerdi. Bir Tanrı vardı. Dünyanın etkileyici düzenliliği, yöneten bir gücü anlamlı bir şekilde anlatır. Tüm dünya, insan ve yaratılış her şekilde bu güce karşı sorumluydu. İnsan, ne sonuçlarını düşünmeksizin canının istediğini yapmaya özgür olabilirdi, ne de dilediği kararı veren sorumsuz güçlerin dünyasına konulmuş olabilirdi. Bu gücü ya da Tanrı’yı bulmaya ve barışmaya gitgide daha kararlı hale geliyordum. Akıl sağlığım için de korkmaya başlamıştım. Nerede olduğumu anlayamadığımı fark ettim. Beni sevenlerden ve sevdiklerimden uzaklaşmıştım.

1949 Mayısının başında sessizce evden ayrıldım. Nereye gittiğim hakkında fikrim yoktu. Barışı bulmak arzusu içimde yanıyordu. Ailemle vedalaşmadım bile.

Araştırmam ciddiyetle başlamıştı; ancak Hristiyanlığa yönelmemiştim. Aradığım barışın, esenliğin görünüşte onlarda olduğu insanlarla karşılaşmıştım; ancak yine de bu yönde bir arayış için çaba sarf etmedim. Hâlâ bir Müslüman’dım ve onu bırakmadan önce İslâm’ı daha dikkatli incelemeye kararlıydım. Bir adam yaşamındaki birçok şeyi reddedebilir; ancak güçlü sebepler olmadan dinini reddetmesi bana aptalca geliyordu ve bu din İslâm ise, İslâm bir insanın yaşamını, her taraftan çevreleyen bir şekilde Allah’a teslim etmesini gerektirdiğinden daha zor oluyordu. İlk temel prensibi kabul etmekte hiçbir ciddi kuşku ya da tereddüdüm yoktu. ‘‘Allah’tan başka Tanrı yoktur.” Benim için yalnızca tek Tanrı olabilirdi. Allah, en yüce Tanrı’ydı. Muhammed, Allah’ı tek Tanrı olarak gösterdi ve çok tanrıcılığa yüz çevirdi. Bu inancı kucaklamak, yüce bir gerçeği kucaklamaktı; ancak yine de İslâm gözümde itibarını yitirmişti. İstediğimi bana vermesi mümkün müydü?

Dinsel önderlerimize göre Allah, izleyicilerine imansızlara karşı cihada katılmayı emreder. Beni şimdi içinde olduğum umutsuzluk durumuna getiren de cihada katılmış olmaktı. Daha derin araştırdım ve İslâm’ın eğer bu dünyadayken iyi işler yaparsam, öldükten sonra affedilme umudum olabileceğini öğrettiğini buldum. Fakat ben affedilmeyi şimdi, esenlik ve barışı da bu yaşamda istiyordum. Ölümümden sonra çok geç olacaktı. Yaşamanın geri kalanını ölümden sonra affedilmiş olmayı umut ederek yaşamak, beni tatmin etmek ve var olan kötü durumdan kurtarmak için yetersizdi. Ayrıca mollalara saygı duymak ve dinlemek de zor geldi.

Yardıma ihtiyacım olduğu apaçık meydandaydı. Tek başıma arayışım beni hiçbir yere ulaştırmıyordu. Çeşitli türbelerde uykusuz geceler geçiriyor, dervişlerin dostluğunu kazanmaya çalışıyordum. Buna çalıştıkça daha fazla düş kırıklığına uğruyordum. Belki beni kuşkucu yapan bir dereceye kadar da olsa askerî eğitimimdi. Bu adamların yaşamlarını ne zaman dikkatlice göz önüne alsam, ilâhi gerçeğin arayıcıları olduklarını ifade etmelerine karşın daima yanlış yola sapmış olduklarını gösterdiklerini keşfediyordum. Pirlerin ve velilerin yaşamlarını incelediğimde üzülmüştüm.

Yine de kolay vazgeçmedim. Mistik bir Tanrı bilincine erişmek amacıyla uyuşturucu, müzik ve dansı kullanan bir grup Müslüman öğrenciye katılmayı bile denedim; ancak bu boş bir oyalanma sağladı ve zihnî karışıklığımın büyümesinden başka bir şey kazanamadım. Barış arayışım, hayalden tam kurtuluşla sona erdi.

İnsan yapısı inançlara tüm güvenimi yitirmekle beraber, bir çıkış yolu ve kendi cehennemimden bir kurtuluş olması gerektiğini hissediyordum ve Tanrı’dan bu yolu bana, bu yaşamda göstermesini istedim. Sabahları erken kalkmayı sürdürdüm ve Tanrı’ya beni yönlendirmesi için istekle yalvarmaya başladım. Benliğimin iç derinliklerinden, ruhsal yardım çığlıklarım yükseliyordu.

“Ey kudretli Rab! Senin varlığını inkâr etmek imkânsızdır. Her damarım ve her hücrem senin görkeminin bir ifadesidir. Tüm yaratılış Senin varlığının bir eseridir. Senin var olduğunu kabul ve ifade ediyorum. Canım, Senin varlığını doğrular. Beni ve tüm insanları da Senin yarattığını kabul ederim. Değersiz dinsel liderlere uyarak ve onların yıkıcı öğütlerini izleyerek, Senin yarattıklarına eziyet ettim. Kötü işlerim beni, günahkârları yargılayacak olan Senin gözünde ey Rab, cehennemlik olduğuma inandırdı. Bu dünyadaki hiçbir dine veya inanca güvenmiyorum. Ey Rab’bim, bana doğru yolu göster. Cehenneme gitmek istemiyorum. Bana doğru yolu göster ki, Seni görebileyim. Acı çekiyorum, ey Rab. Zihin esenliğini arzuluyor ve bulamıyorum. Yardım et, Rab. Günahımı bilmek beni mızrak gibi deliyor. Bana merhamet et, ey Tanrı, merhamet et. Amin.”

Tarihi anımsamıyorum ancak saat sabahın üçü veya dördüydü. Her zamanki dualarımı ediyordum. Acı acı ağlıyordum ve son derece umutsuzdum. Bu duayı ettiğimde, bir tren istasyonunun bekleme salonundaydım. Aniden içimden bir sesin bana seslendiğini duyar gibi oldum:

“Lütfum sana yeter!”

Bu cümleyi üç kez duydum ve vücudumda sanki baştan başa bir elektrik akımının gittiğini hissettim. Zihnimdeki ağırlık aniden kalkmıştı. Sanki hiç beklenmedik bir şekilde yakalayan, tazeleyici ve neşelendirici bir coşkunluktu. Affedilme duygusu ve barış öylesine gerçekti ki... Tanrı’dan olan bu sözleri kendimden geçmişçesine tekrarlamaya başladım. Mutluluk ve coşkunun böyle yoğununu daha önce hiç yaşamamıştım.

Bir demiryolu temizlikçisi benim uzandığım bankın yakınını temizliyordu, neşemi fark edince durdu ve bana Hristiyan olup olmadığımı sordu. Ben olumsuz anlamda başımı sallayınca şaşırdı ve “Öyleyse neden sürekli ‘Lütfum sana yeter’ deyip duruyorsun?” dedi. “Bu kelimeleri niye tekrarlayıp durduğumu bilmiyorum. Tüm bildiğim, bunları biri bana söyledi ve tüm günahlarımın yazılı olduğu bazı levhalar gösterdi. Fakat elinin bir süpürüşü ile tüm bu levhaları tamamen temizledi. O andan beri yeni bir insan olmuşum gibi hissediyorum. Tüm yük ruhumdan kaldırıldı. Yüreğim haykırarak şarkı söylemek istiyor” diye yanıtladım.

Bana, “O, bu kurtuluş için şükretmen gereken Rab’dir, oğlum” dedi, “Sana gelen, Rab İsa Mesih’ti. O, bu sözleri Elçi Pavlus’a söylemişti. Nerede olduğunu tam anımsamıyorum; ama biliyorum ki; bu Kutsal Yeni Ahit’te (İncil) yazılıdır. Rab İsa, senin O’nun işçisi olmanı istiyor.”

“Nasıl efendim? Nasıl O’nun işçisi olabilirim?”

“Rab İsa Mesih’in adı ile vaftiz ol ve derhal O’nu izlemeye başla.”

“Bana tam olarak ne yapmam gerektiğini anlatın efendim. Yaşamımın dönüm noktasına ulaştım.”

“Oğlum, daha fazla bir şey bilmiyorum. Tek bildiğim, buradan Tandlian-Vala’ya ve oradan da İsanagri’ye gidersen, orada İnayet Rumal Şah adlı bir rahip vardır. O, sana yardım edecektir.”

Bu yaşlı adam sonra süpürgesini yere bıraktı ve bana daha da yaklaştı, gözleri yaşlarla doluydu. Kollarımda sıkı sıkı tutarak onu kucakladım. İkimiz de rahatça ağladık ve en derin duygularımızı tutamadık. Kısa bir an için, “Acaba o, arkadaşlarımla öldürmek istediğimiz küçük kızın babası mı?” diye merak ettim. Bu düşünceye engel olamadım. Öyle duygulandım ki, bu Hintliler’in en hor görülen, en alt sınıfına mensup olan adam, bana bir sonraki adımı göstermek için orada olmalıydı. Onların sınıfından birçoklarının İsa Mesih’in Müjde’sini neden kabul ettiklerini anlamak zor değildi. O’nda kendi gerçek kimliklerini buluyorlardı. Tanrı’nın benzeyişinde yaratılmış olduklarını, O’nun çocukları olduklarını anlayarak, şeref ve değer buluyorlardı. Onlarla birlikte tanımlanmaktan mutluydum.

Kulağımda çınlayan “Lütfum sana yeter” sözleriyle ve kalbim sevinçle dolu, İsanagri’ye gitmek için trene bindim. Sonunda karmaşa bitmişti. Şimdi barış hâkimdi. Ne mutluluktu! Neredeyse beni eziyordu. Zihnim hepsini birden alamazdı. Beni fiziksel ölümden kurtarmış, hastalığımda bana bakmış, bana Kurban’ını, özverisini göstermiş ve her şeye yeten lütfunu esinlemiş olan Rab İsa Mesih şimdi de yüreğimi fethetmişti. Zaferi kazanmıştı. Beni meşgul eden bir amaç ve anlam aramak uğruna artık amaçsızca, başıboş dolaşamazdım. Yaşamım için gerçek anlam ve amacı şimdi bulmuştum. Bize kendi esenliğini veren ve bizi Kendi’siyle Barıştıran'ı bulmuştum. O benimdir ve ben O’nunum.

VII İMAN YOLU

Ruhum, kendisini karartmış olan umutsuzluk ve karamsarlıktan olağanüstü bir şekilde kurtulmuştu. Faisalabad Bölgesi’nde İsanagri köyünde trenden inip Rahip İnayet Rumal Şah’la tanıştığımda yüreğim sevinçten taşıyordu. Beni çok sıcak karşıladı ve konukseverlik gösterdi. Yemeğimizi bitirdikten sonra gülümsedi ve “Pekâla bayım, neden Hristiyan olmak istiyorsunuz?” diye sordu. Geçmişimden habersiz ve mucizevi bir şekilde karşılaştığım o derin huzura özlemimi bilmeden, neredeyse tesadüf gibi görünüyordu bu soru. Fakat Mesih’i ya da Hristiyanlığı seçen ben değildim ki. İsa Mesih beni seçmişti. Rahibi üzmek istemeyerek, basitçe yanıtladım: “Birisi söyledi. Bu sabah saat üç-dört civarında, İsa Mesih, bana göründü ve ‘Lütfum sana yeter’ dedi.”

Duvarda İsa Mesih’in haçlanmış bir resmi vardı. Rahip Şah, elimi tuttu ve diğer eliyle resmi işaret etti. Bu bana konuşmuş olan İsa Mesih’in aynısı mıydı? Rahip Şah’ın “İnsanlar Mesih’in elbiselerini bile aldılar. Soyuldu, dövüldü ve bir çarmıha çakıldı. O, sana ne verebilir?” dediğini duydum. Başka bir ruh halinde olsaydım, bu sorunun anlamı beni üzebilirdi. O’nun barışından başka bir şey istemiyordum. Kurtuluş, aramış ve bulmuş olduğum şeydi. Kibirli bir insan olsam, kızabilir ya da üzülebilirdim. Açık kollarla karşılanmam gerektiğini düşünebilirdim. Fakat hâlâ çok yeniydi her şey benim için. Bu yüzden böyle duygular, mutluluk dolu yüreğimde yer bulamadı.

O an bilmiyordum; ancak sonra anladım ki, Hristiyanlık hakkında bilgi alanlara ya da Hristiyan olmak isteyenlere genellikle şüphe ile bakılmıştır. Birçok insan, Müjdeciler’in sunduğu menfaatlerin cazibesine kapıldıkları için Hristiyan olmak istiyorlarmış gibi görülebilir; iyi bir eğitim, yiyecek, giyecek ve barınak. Şaşırtıcı değildir, Hinduizm’den Hristiyanlığa geçenlerin çoğunluğu, fakirlerin en fakiri çöpçü sınıfından gelmiştir. Fakat tüm bu geçenlerin maddi çıkar için geldikleri sanılmamalıdır. Benim gibi birçokları, en derin özlemlerinin karşılanışını Hristiyanlıkta bulmuş olanlardır. Onlar için aşağıdaki sözler gerçektir:

“Hiçbir şey getirmiyorum ellerimde,

Yalnızca Senin Çarmıhına sarılırım,

Akla beni Kurtarıcım, yoksa ölürüm.”

Soruya yalnızca şu cevabı verebildim: “Mesih’in yardımdan âciz olduğunu ve bana hiçbir şey veremeyeceğini söylemeyin. Halihazırda O, bana her şeyi verdi. Beni yeni bir insan yaptı ve bana zihin huzuru verdi.

“İyi” dedi, “senin için yapabileceğim tek şey, seni Gojra’daki bir Müjdeci arkadaşıma göndermektir. O, sana yardım edebilir.”

Anında kabul edilmiş olmuyordum ve ben de bunu bekleyemezdim. Önümdeki yol, uzun bir yol olacaktı. Birkaç dakika sonra Rahip Şah elime bir mektup ve Gojra’ya otobüsle gidebilmem için biraz para verdi. İman yolculuğuma ne kötü bir başlangıçtı, umudumu yitirip cesaretim kırıldığında henüz yolda bile değildim. Yeni imanım benim için dünyalara bedeldi. Sonunda büyük hazinemi bulmuştum ve kimse onu benden çalamayacaktı.

Gojra’ya öğleden sonra ulaştım ve Rahip R. W. F. Wootton ile tanıştım. Şimdiye kadar, sanırım önümdeki yolun kolay olmayacağının farkına varmıştım. Rahip Wootton bana, önce Hristiyan olma isteğimin içtenliğini denemek zorunda olduklarını ve ancak daha sonra vaftiz hakkında bir karara varabileceklerini anlattı. Memnuniyetle kabul ettim. Vaftiz, çok önemli bir aşamaydı. Vaftiz, Mesih’e ve Tanrı’nın Krallığı’nın Müjdesi’ne yürekten ve bilinçli sadakati ifade eder.

Dinini değiştirenin önünde yepyeni bir yaşam biçimi ve değerler bütünü açılır. Geçmişi Hristiyan olmayan bir ülkede din değiştirme, kaçınılmaz olarak kökünden ayrılmayı ve kültürel engelleri aşmayı gerektirir. Bu, bazıları için acı dolu bir deneyim olabilir. Vaftiz, ciddi bir konudur. Müslüman bir ülkede Hristiyan olmak, sanki bir ihanet eylemi gibidir. Hristiyanlığa geçen Müslümanlar, ‘‘Müslüman bir devlette bir Müslüman olarak yaşama imtiyazından” vazgeçerler. Bazı Müslüman ülkelerde, İslâm’dan çıkanlar kanunun korumasından çıkarılırlar. Böyle insanlar, evlerine zarar verildiği veya aile üyeleri rahatsız edildiği zaman mahkemeye başvuramazlar. Hristiyanlığa geçen Müslüman kökenlilerin canlarını yitirmeleri de olağandışı değildir. Fakat ben, denenmekten mutluydum. Bu yöntemle hem onlar, hem de ben, bağlılığımın içtenliğini anlayabilirdik.

Rahip Wootton, benim bir misafir odası edinmemi sağladı. Mobilya olarak yalnızca yıpranmış, eski bir yatakla iki yorgan vardı. Yorganları üstüme çektiğimde sıcak rahatsız ediyor, yorganları üstümden atınca da kanımla şişmanlayan sinekler üstüme saldırıyorlardı. Yiyecek için de uygun bir ayarlama yapılmamıştı. Bir şeyler verildiğinde yiyor, kimse beni anımsamazsa aç kalıyordum. Bir defasında üç gün boyunca kimse benim yemeğimi düşünmedi. İlk iki gün için ayakta kalmayı başardım ve zamanın çoğunu dua ile geçirdim. Fakat üçüncü gün çok halsizdim ve yataktan çıkamadım. Rahip Wootton, Müjdeleme Merkezi’nden uzaktaydı ve döndüğünde karanlık odama girdi. “Hasta mısın kardeşim?” diye sordu.

“Hayır, hasta değilim efendim” diye fısıltıyla cevaplayabildim.

“Peki, neden böyle bitkinsin? Bir şeyler yedin mi?”

Başımı olumsuz anlamda salladım ve “Ne zamandır?” diye sordu. Vücudumda fazla derman yoktu ve ne kadar uğraştımsa da gözlerimin yaşlarla dolmasını önleyemedim. Parmaklarımla üç gündür bir şey yememiş olduğumu işaret ettim. Bu habere üzüldü ve beni teselli etti.

“Ne biçim insanlarız?” diye sordu, “Bu ne zalimliktir! Ben uzaktayken, burada seni düşünen veya senin yemeklerinle ilgilenen kimse yok muydu?”

“Sorun değil efendim, bunun da denenmemin bir parçası olduğunu düşündüm ve kimseye bir şey söylemedim. Bu odadan dışarı dahi çıkmadım; çünkü insanlar benim hakkımda insafsızca şeyler fısıldıyorlardı. Biri dedi ki, ben sadece evlenecek genç bir kız bulmayı istediğim için Hristiyan olmak istiyormuşum. Bir başkası, Müjdeleme işçisi olarak iş aradığımı söyledi ve bir diğeri de, yalnızca para istediğimi söyledi. Hepsini duydum; fakat bir şey söylemedim.”

Bu Hristiyanlar’a karşı, nefret ve öfkeden çok acıma hissetmeye başlıyordum. Onlar belki de en çok acınacak insan grubuydular. Müjdeleme Binası’nda yaşamalarına rağmen, kendi insanlarından kopmuşlardı. Müjdeciler’in takdirini ve kabulünü kazanmak için birbirleriyle yarışırlardı ve bu da içtenlikten çok, ikiyüzlülüğün, ortaya çıkmasına yol açıyordu.

Bununla birlikte Rahip Wootton bana çok nezaket gösterdi. Beni kendi evine götürdü ve aşçısına kendisi orada olsa da olmasa da benim için yemekler hazırlamasını tembih etti. Bir daha hiç aç kalmadım; ama Müjdeleme Merkezi’ndeki atmosfer değişmedi. Tavırlar dayanılmaz hale gelmişti. Sonunda Rahip Wootton’u Müjdeleme Yurdu’nda kalmamı sağlamaya ikna ettim.

Bir süre Rahip Wootton’a kendi hakkımda bir şey anlatmamıştım. Geçmiş, önemli görünmüyordu. Benimle ilgili kararını her hangi bir şekilde etkilememek için, zengin geçmişimle ilgili ya da bir RAF subayı olduğum hakkında hiçbir bilgi vermek istememiştim. Bir gece bekçisi ya da koruma olmamı önerdiği zaman sevinçle kabul ettim; çünkü kimseye yük olmak istemiyordum. Gojra’daki okul ve yurt Haziran ayı boyunca kapalıydı. Sonunda benimle ilgili düzenlemelerle aziz gibi biri olan bir Hristiyan görevlendirildi. Adı Sevak Boota Mesih idi. Böyle bir insanla çalışmakla çok şanslıydım. O, kız okulu ve yurdunda hademeydi. Maaşı son derece azdı; ancak yine de benim gibi insanlara yardım ediyordu.

Boota Mesih, yalnızca Gurmuhi dilinde (Sihlerin dili) okuyabiliyordu. Dostluğu, ruhsal büyümemin temelini şekillendirdi. Hristiyan imanının gerçek doğasını ve bir Hristiyan yaşamının neyi gerektirdiğini ondan öğrendim. Dua, onun yaşamının önemli bir parçasıydı. Neredeyse, onun tüm yaşamı duaydı denilebilir. Tüm geceleri birlikte duayla geçirmeye alışmıştık.

1949 Eylül’ü sonunda bana, vaftizimin 2 Ekimde, Gojra Kongresi’nin ilk toplantısında olacağı söylenmişti. Attığım adımı ne kadar anladığımı araştırmak için önüme bazı sorular konulmuştu. Bunlardan biri, okumuş olduğum Hristiyan yayınlarının miktarı ile ilgiliydi. Rahip Wootton’un Urduca kitaplarının hemen hepsini ve onun İngilizce kitaplarının oldukça büyük bir kısmını okumuş olduğumu söylemekten mutluydum.

30 Eylül gecesi dua esnasında Rahip Wootton, kendisine karşı tamamen dürüst olmadığımı anladı ve bu konuda beni uyardı. Gerçekten ona geçmişim hakkında bir şeyler anlatmamıştım ve bu, ona gizlediğim bir şeyler olduğunu anlatmamı teklif etmek gibiydi. Bunu yapmamam, korkakça ve aldatıcı olurdu ve ruhsal ilerleyişim için de bir engeldi. Bu esinlemeden sonra rahatlamanın imkânsız olduğunu anladım. Sonra gecenin ortasında kalktım ve Rahip Wootton’un evine gittim. Kendimi yükten kurtarmak zorundaydım ve ona geçmişim hakkında her şeyi anlattım. Açık yüreklilik ve dürüstlüğümden mutlu oldu ve birlikte dua ile iyi bir zaman geçirdik.

Vaftizim, 2 Ekim’de oldu. Bu bana büyük bir sevinç verdi; çünkü vaftiz olmakla, Rabbimiz’in örneğini izliyordum. Şimdi, Hristiyan kardeşliğinin görünür bir parçası olmuştum. Mütevazı arkadaşıma hissettiğim borcun ve onun arkadaşlığına minnettarlığımın bir simgesi olarak Gulam (köle) adını, vaftiz adı olarak aldım ve Mesih’i ekledim; böylece bu yeni vazifemi ifade etti – İsa Mesih’in bir kölesi.

Sonraki iki haftayı büyük bir mutluluk içinde yaşadım. Mesih’e ve Hristiyan dostluğuna ait olma duyusu, beni başka bir seviyeye yükseltmişti. Rab’bim, benim için öyle gerçekti ki, ömrümün tüm geri kalanında O’na hizmet etme kararı hergün içimde yoğunlaşarak büyüdü. Gerçekten, Tanrı’nın yardımının üzerimde olduğunu hissediyor ve lâyık olmamama rağmen Yaratıcım tarafından sevilmenin ve içimde heyecanla O’na karşılık veren bir sevgiyi hissetmenin neye benzediğini anlıyordum. Bununla birlikte arıtıcı ateşe konulmuş gibi olmanın ne olduğunu hemen öğrendim. Dışımdaki koşullar aniden çok sert şekilde değişti. Bu, Müjdeleme Merkezi’nin terk edilmiş gibi göründüğü bir gün oldu. Ne Rahip Wootton, ne erkek çocuklar yurdu şefi Master Charan Dass, ne de beni vaftiz etmiş olan Rahip B. M. Augustine vardı. Sonradan onların bir toplantı için hep beraber Lahor’a gitmiş olduklarını öğrendim. Gojra’ya o gün varmış ve benim için gelmiş olan kızgın bir dayım ve ağabeyimle karşılaştığımda yalnızdım.

Doğu ülkelerinin birçoğunda aile kelimesi yalnızca anne-baba-kız ve erkek kardeşleri kapsamaz. Fakat amcalar, teyzeler ve hem anne, hem de baba tarafından kuzenleri de kapsar. İnsanın, onların hepsine karşı görev ve sorumlulukları vardır. Onlarla iyi ilişkiler, bir insanın kaderinin şekillenmesinde önemlidir. Onları görmezlikten gelirsem bir ceza görürdüm. Onlardan bağımsızlığını açıklamak benim için neredeyse imkansızlaşmıştı. Servet, güç ve nüfuza sahiptiler. Dayım, bana iki seçenek sundu. İlki, kimsenin bilmesine fırsat vermeden derhal onlarla gitmeliydim. İkincisi bir tehditti. Eğer onlarla gitmeyi kabul etmezsem, kasabaya gidecekler ve benim din değiştirdiğimi herkese haber vereceklerdi. Bu, insanları çok kızdıracak ve hem ben, hem de Gojra’daki Hristiyanlar acımasızca saldırıya uğrayacaktık. Eğer onların istediği gibi hareket etmezsem, yeni Hristiyan ailemin iyiliği tehlikedeydi. Hristiyan dostlarıma zarar gelmesine izin veremezdim. Çok üzgün ve Hristiyan iman yolumun başlarında, bu sorunla nasıl başa çıkmam gerektiği hakkında biraz kararsız olmama rağmen, yaşamımı kime vermiş olduğumu anımsadım. İtaat etmek istediğim, Rab’bimin emriydi, başkasınınki değil. O’nun isteği yaşamımda rehber güç olacaktı, bu yüzden dayıma “Efendim’e soracağım” dedim.

Odamın kapısını kapattım ve Rab’be ne yapmam gerektiğini sordum. Beni kuşkuda bırakmadı ve bana “Beni izlediğin için, senin önünde hâlâ birçok engeller var. Onlarla git; çünkü ev, bana tanıklık görevine başlaman gereken ilk yerdir. Benim tanığım olacaksın, ‘önce Kudüs’te, sonra Yahuda’da, sonra Samiriye’de ve sonra tüm dünyada’” dedi. Elçilerin İşleri’ndeki İsa’nın Elçileri gibi görevlendirilmiş olmak nasıl da heyecan vericiydi.

Akrabalarıma döndüm ve onlarla birlikte gitmeye hazır olduğumu söyledim. Kendimi onlara teslim etmekten korkmuyordum; çünkü Rab’bimin isteğini yapıyordum ve O’nun ellerinin beni tuttuğunu, kaldıracağını biliyordum. Böylece şimdiki adı Faisalabad olan Lyallpur’a gitmek için onlara katıldım.

VIII MUCİZEVİ KAÇIŞ

Din değiştirmem bana, zihin esenliği ile yaşamım için bir anlam ve amaç vermişti. Ailemle son defa birlikte olduğumdan ne kadar farklı bir değişimdi! Ne yazık ki, bu onlar için hiçbir şey ifade etmedi. Tek bir arzuları vardı, Hristiyanlığı reddetmem ve yeniden “iyi bir Müslüman” olmam. Din değiştirmem onlar için bir yüz karasıydı ve aldırmazlık edemezlerdi. Onların konumundaki insanlar, ailede bir Hristiyan’a tahammül edemezlerdi. Sadece fakirlerin en fakirleri din değiştirirdi ve bir Hristiyan olarak böyle bir gruba katılmaktan çekinmeyeceğimi biliyorlardı. Bu utandırıcı ve tahammül edilemezdi. Ailem, utandırılmıştı. Kız yeğenlerimden birinin, daha sonraları bana, taliplerinin benim din değiştirmemin bir sonucu olarak vazgeçtiklerini anlattığını anımsıyorum. Din değiştirmem, aileme üzücü yansımalar getirmişti. Onlara kalırsa, hatamın farkına varmış olmak zorundaydım.

Onlar için İslâm, yüce ve soylu bir dindi. Onu nasıl Hristiyanlık ile değiştirebilirdim? Yalnızca tek bir Allah vardır ve Muhammed O’nun elçisidir. Her Müslüman çocuğun kulağına küçük yaşlarından itibaren sürekli tekrar edilen budur. Fakat burada ben, İsa Mesih’in diğer peygamberler gibi yalnızca bir peygamber değil, Tanrı’nın Oğlu olduğunu açıklıyordum. Bu, Tanrı’nın bir Oğul’a sahip olamayacağında direndikleri için aileme göre açıklamalarım bir küfürdü. Müslüman “oğulluk” kavramı sadece fiziki olduğundan, bu ifade en büyük küfrü içeriyordu; ancak yine de metaforik kavramlar İslâmi öğretilere yabancı değildir. Muhammed’in arkadaşlarından biri Ebu Hareyra “Kedilerin Babası” olarak isimlendirilmişti; çünkü bu hayvanlara çok düşkündü. Muhammed’in bir amcası Ebu Cehil “Cehalet Babası” olarak isimlendirilmişti; çünkü Muhammed’i peygamber olarak kabul etmemişti. Burada “babalık” kavramı fiziki yakınlıktan tamamen uzak bir olguyu tanımlamak için kullanılmıştır. Aynısı, Mesih’in Oğul oluşu için de doğrudur.

Bazen insanlar anlayamadıkları bir şeyi kolayca inkâr ederler. Eğer bir Müslüman, İsa’yı Tanrı’nın Oğlu olarak kabul ederse, Muhammed’in Allah’ın peygamberi olarak önemini ve Kuran’daki Vahiy’i, Tanrı’nın Oğlu olandan –Tanrı’nın insana tam vahyini vermiş olandan– sonra ikinci sıraya bırakmaya mecbur olacaktır.

Müslümanlar, bu dünyada yapılmış iyi işlerin, onlar için öteki yaşamda günahların affını ve mutluluğu sağlayacağına inanırlar. Fakat ben günahlarımın şimdi affedilmiş olması ihtiyacını gördüm, böylece yaşamımı derhal Tanrı’ya verebildim ve yaşamımı doğru yola yöneltmesi için O’na izin verebildim.

Aileme göre ben bir kâfir olmuştum ve bana böyle davranmakta tereddüt etmediler. Eve dönüşümde, yemeklerimi sokakta yemeye zorlandım. Buna rağmen teşekkür ediyor ve itiraz etmeden yiyordum. Ailemin eziyeti, bana Rab’bim hakkında açıkça tanıklık etmek için bir fırsat veriyordu.

Beni, Müslüman cemaatine geri getirmek için her şey yapılmıştı. Dayım beni, Şeyhupura bölgesindeki küçük köyüne götürdü. Dini hocalar bulunmuş ve beni ikna etmek için eve getirilmişlerdi. Yeni eğitimli bir molla, kısa bir süre sonra vazgeçti ve umutsuzluk yüzünden, gitmeden önce bir delilik sertifikası çıkardı.

Çeşitli mollalarla altı haftalık görüşmeler boşa olduğunu ortaya koydu. Ondan sonra o sıralarda Şeyhupura’yı ziyaret edecek olan Seyyid Ataullah Şah Buhari (Muhammed’in soyundan bir torunu) ile görüşmeye karar verildi. Randevu saatinde bu adamın huzuruna götürüldüm.

Ancak, beni çevirmek ve Hristiyanlığı reddettirmeye çalışmak yerine, alaycı bir şekilde: “Ya, demek bir Hristiyan oldun?” diyerek kahkahayla güldü.

“Evet” diye cevapladım. Rahatsız edici bir sessizlik vardı. “Lütfen devam edin ve daha fazlasını söyleyin” dedim, sesimin tonu hem saygı, hem de sıkıntı ifade ediyordu.

Şah hor görerek: “Daha ne söyleyebilirim ki?” diye sordu.

“Belki bir parça daha tavsiye ve akıl verebilirsiniz” diye yanıtladım, yeterince iyi ikna edilmişse, din değiştirmesini reddetmeye istekli gibi görünen birine ne söyleyebileceğini merak ederek.

“Ne çeşit bir akıl istiyorsun? Senin gibi Hristiyan olan insanlar için tek bir sebep vardır” diye yanıtladı.

Ne düşündüğünü biliyordum, din değiştirmemi, bir Hristiyan kızla evlenme isteğime atfediyordu. Kızgınlığımı daha fazla tutamadım ve konuşmak için izin istedim: “Sevgili Şah, sizi dinlemeye geldim, çünkü ailem, sizin beni ‘Doğru Yol’a yönelteceğiniz konusunda büyük umutlara sahipti; fakat sizden böyle ağır suçlamalar beklemiyordum. Dahası şudur, söylemek isterim ki, cinsellik ve din farklı şeylerdir ve bir dini cinsel sebeplerle kabul eden aptaldır. Şuna da dikkat çekmek isterim ki, bir Müslüman olarak dört kadın hakkına –idare edebileceğimden bile fazla– sahiptim. Ölümümden sonrası için, cennette yetmiş iki eş umut edebilirdim. Fakat din ve iman dünyasal şeylerden üstündür. Yalnızca cinsellik için tehlikeye atılamazlar. Beni, cinsellik ve evliliğin yeni imanımın temeli olmasına izin vermekle suçladınız ve üstelik herkesin dediğine göre, yeniden bir Müslüman olacak olursam, her iki konuda da daha iyi beklentim olabilir. Sebepleriniz hiç de sağlam değil.

Patlayışım, Şah’ın kontrolünü kaybetmesine sebep oldu ve öfkeyle kükredi: “Sus, seni hasta-kafalı hayvan.”

Alçakgönüllülükle: “Sevgili Şah, öfkeye gerek yok, tartışalım” dedim.

“Bunu merdivenlerden atın” diye bağırdı. Kardeşimin duyguları sonunda harekete geçmişti: “Ona bir parmağınızı bile değdirmekten men ederim. Bu, onu dövme konusu olmuşsa, ailemiz buna bakacaktır” diye sertçe yanıtladı.

Bu başarısız çabalardan sonra kardeşim ve dayım yeni imanımı terk etmeye kolayca ikna olmayacağımı anlamışlardı. Beni Lahor’a göndermeye karar verdiler. Dayımın bir yakını, Hussain Ali belki bir şeyler yapabilirdi. Dayımda kaldığım sıralarda, geceleri dua için komşu köydeki Salvation Army’den (Kurtuluş Ordusu) Pastör Captain Isaac’i ziyarete alıştığımı anlamışlardı. Bunun sürmesine izin verilemezdi.

Ben Lahor’dayken ailem, din değiştirmemi diğer akrabalarımız öğrenmesin diye açıkça bir şey söylemiyor ve yapamıyordu. Bu süre boyunca Rahip Wootton ile postayla bağlantı kurabiliyordum ve bir gün Douglas isimli bir Müjdeci beni bulmayı başardı. Beni Hristiyan adımla soruyormuş ve tabii ki kimse beni bu adımla bilmiyordu. Onu pazarda dururken gördüm ve yanına yaklaşıp: “Gulam Mesih benim” dedim. Nasıl olduğumu ve Müjdeleme Merkezi’nden nasıl ayrıldığımı sordu. Fakat bu görüşmenin haberi hemen kardeşime ulaştı. O ve arkadaşları, daha şiddetli hareketlerin vaktinin geldiğine karar vermişler. Bu utanç dolu işi bir defada ve tamamen sona erdireceklerdi. Lahor, bu iş için yer olarak seçilmişti; çünkü Ravi Nehri bu bölgeden çıkıyordu. Bu nehir “insanları kendi akıntısında sürüklemekle” ve onların geçici dünya hayatına son vermekle meşhurdu. İçine düşen bedenler, dip akıntısıyla uzaklara sürüklenmişlerdi. Ravi Nehri, bunu çağlar boyu yerine getirmişti; fakat 1947’de Hindistan’daki Gurdaspur ve Patankot bölgelerinden yüzlerce Müslüman’ın bedenleri nehri kapladığında zirveye ulaşılmıştı. O gece Ravi, geleneksel rolünü oynayacaktı. Kardeşlerim, bir çuval içinde onun akıntısına teslim edilmeme karar vermişlerdi.

6 Aralık soğuk bir geceydi. Lahor’da kış çok şiddetli olur. Akşam yemeğinden sonra, bir iç çamaşırı ve peştamal hariç tamamen soyuldum. Sonra soğuk ve boş bir odaya kapatıldım. Bu soğuktan iyice uyuşmam ve direnç gösteremeyecek hale gelmem içindi.

Beni odaya kilitlediklerinde ne olacağını biliyordum ve hep dua etmek istiyordum. Hristiyan olduğum günden itibaren Kutsal Yazıları ezberleme âdetimi ilerletmiştim. Yüreğimle bildiğim bu parçaları ezberden okumaya başladım. “Rab Çobanım’dır” gibi pasajlar bana büyük rahatlık verdi. Bazen ağladım, bazen ezber okudum; fakat çoğu zaman Rab’be konuştum. Benimle olduğunu ve ölümden sonra O’nu kucaklayabileceğimi biliyordum. O’nun varlığında olmanın coşkusu ve yaşamak zorunda olacağım acı veren ölüm üzerine endişe arasında parçalanıyordum. Bazen güldüm bile, çünkü Rab’bin gücünü biliyordum, ailemin yaşamımı sona erdirebileceği düşüncesi gülünçtü. Rab’bin iyiliğinden, asla, bir an bile kuşkulanmadım. Seçtiğim yolun yanlış olduğunu asla düşünmedim. Hristiyanlığın, benim için tek yol olduğunu biliyordum. Ölümümden sonra Rab ile olacağım konusunda güvenceye sahiptim. Bu sonsuz inancı, hiçbir şey sarsamazdı. Yaşamım bu dünyada kötü bir sona gidiyor görünse bile doğru yolu seçmiş olduğumu biliyordum.

Kutsal Yazıları tekrarlarken ve onlarda rahatlık ararken, Elçi Pavlus’un Filipililere Mektubu’nda bir bölüm beni şiddetle sarstı: “İki seçenek arasında kaldım. Bu dünyadan ayrılmayı ve Mesih’le birlikte olmayı arzuluyorum; bu çok daha iyidir. Ama bu dünyada kalmam sizin için daha gereklidir” (Filipililere 1:23-24). Asıl görkemli yaşamın ondan sonra başlayacağını bildiğim için ölümü çekici bulmama karşın, şimdi kardeşlerim için yaşamak yönüne çekiliyordum. Bu bana, hâlâ karanlıkta olanlar için yaşamak istemem gerektiğini anımsattı. İhtiyaç duyan yurttaşlarıma Müjde’nin ışığını, Tanrı’nın insanoğlu için İsa Mesih’in ölümü ve dirilişi ile yapmış olduğu iyi haberi götürebilmeyi istedim. Bu yeni düşünce, Sadu Sundar Sing’in (Hristiyan olmuş bir Sih) sözlerini anımsadığımda daha da güçlendi: “Mesih için ölmek kolay; fakat O’nun için yaşamak zordur. Çünkü ölüm belki bir-iki saat alabilir; ancak yaşamak hergün ölmektir.” Yavaş yavaş; fakat güçlü bir şekilde bu düşünce beni kavradı ve garip bir sevinç duygusuyla doldurdu. Çok güzel bir görüm gözlerimin önünde göründü. Rab’bim için tek bir kez değil, hergün ölmek. Bu görüm tüm benliğime yayıldığında ruhum öyle sevinç duydu ki... Ölümümden tek kazanç olmayacaktı. Beni anımsamak yalnızca kin getireceği için, beni belleklerinden silip atmaya bile çalışacaklardı.

Mesih için tek bir defa ölmek ve tam bir bağlılık ve özveri yaşamında O’nun için hergün ölmek istekleri arasında kıvranıyordum. O’nun benim için Haç üzerinde ölümü ile yaptığı özverinin öyle değerli ve derin olduğunu anlamıştım ki, hergün bin defa ölsem bile, O’nun benim için dökülen kanının bir damlası ile kıyaslanamazdı. Fiziksel ölüm korkusu veya başka bir şeyden değil; fakat beni seven ve benim için canını veren O’nun için yaşamam ve O’na tanıklık için hergün ölmem gerektiğinden, kurtulmak için istekle dua etmeye ihtiyacım olduğuna inandım. Böylece duam yükseldi:

“Efendim ve Kurtarıcım, ruhum huzurludur; çünkü biliyorum ki, bu yaşamdan sonra Sana geleceğim. Orada Seninle benim aramızda engel olmayacak. Fakat insanlar, özellikle bu planlı ve canice oyuna karışanlar, yaşamımı sona erdirebildikleri izlenimine sahip olacaklar. Ölüm benim için, yaşama geçiş kapısıdır. Bir parçam bu kapıdan girmeyi arzuluyor; fakat ölümüm bu ülkede Senin adına tanıklığıma bir son anlamına gelecek. Bu yüzden eğer tanıklığım Seni mutlu ediyorsa, beni bu gece bu evden dışarı çıkar ve bana insanlar arasında Senin büyük işlerini bildirme şerefini ver. Böylece onlara Senin nasıl insanların ruhlarını temizleyebildiğini ve günahkârlara sonsuz yaşamın güvencesini verdiğini anlatabilirim. İstiyorum ki, Rab’bim, Efendim, dilim başkalarını öldürmek için emirler vermiş olduğu gibi, bu geceden itibaren yaşam veren sözleri bildirsin. Gözlerim, Senin kudretini gördü. Şimdi eğer seni memnun ederse, beni buradan kurtar; böylece önümüzdeki sabah, yaşamımda yeni bir sabah olabilir. Bu ölüm hücresinden kaçış, bana, Senin beni tanığın olarak canlı tutmak istediğini kanıtlayacak. Ey Rab, bu gece bencillikten ve kendi yaşamımı düşünmekten temizleneyim. Eğer beni sağ korursan, sadece Senin adına övgü getirme amacıyla kendimi Sana, hizmet yaşamına adamaya söz veriyorum. Rab, Sen benim yardımım ve hizmetime muhtaç değilsin; fakat Sana hizmet etmek benim sevinç ve şerefim olacak. Aynı bir zamanlar Senin yarattığın insanları öldürmekte gayretli olduğum gibi, şimdi de onları Sana getirmekte gayretli olabileyim. Eğer bu Senin lütufkâr isteğin ise, beni bu gece bu evden kurtar. Amin.”

Bu sözleri söyledikten sonra, soğuktan donmuş olmanın yerine alnımda boncuk boncuk terler olduğunu fark ettim. Aniden birisi dışarıdan kilidi açtı. Ayak sesleri duymak için, birinin içeri gireceğini sanarak sabırla bekledim. Kimse gelmeyince dikkatlice dışarı baktım ve sokağın bomboş olduğunu gördüm. Sonra, Rab’bin kulağıma fısıldadığını duydum:

“Kaç, kapıyı senin için ben açtım.” Kaçmaya başladım; ancak hangi yönde gideceğimi bilmiyordum. Lahor’da yalnızca iki arkadaşım vardı ve onlarda Müslüman’dı. Orada tanıdığım herhangi bir Hristiyan yoktu. Lahor’dan Raivind’e giden demiryolu hattı boyunca koşmaya devam ettim. Cantonment istasyonunun hemen ötesinde sendeledim ve bir hendeğe düştüm. Çok yorgundum ve gecenin gerisi için orada kaldım. Uyuya kalmışım ve üzerimde güneşin ılık ışınları ile ertesi sabah on bire kadar uyanamamışım. Kalktım ve Model Town’a (Lahor’da zengin bir şehir) doğru yürümeye başladım. Güzel binalara bakarken, aniden çevreyle çok zıt düşen kıyafetimin farkına vardım. Model Town’ın ötesinde bir başka köy gördüm ve oraya doğru yürüdüm.

Köye girdiğimde, meydanda oynayan birkaç çocuk vardı. İçlerinden birisine: “Evlât, burada hiç Hristiyan var mı?” diye sordum. ‘‘Evet” diye yanıtladı, “babam buranın papazıdır. Sizin için ne yapabiliriz?” “Lütfen beni babana götür” diye rica ettim. Çocuk beni babası Salvation Army’den Captain Samuel’le tanıştığım evlerine götürdü. Çok rahatlamıştım. Captain Samuel, ona, başıma ne geldiğini anlattığımda çok nazikti. Beni şimdi artık güvende olduğuma ve herhangi bir şey olursa beni canı pahasına koruyacağına ikna etti. Kısa bir süre dua ettik ve sonra bana yatacak yer gösterdi. Ardından, beni muayene eden ve bir iğne ile bazı ilaçlar veren köy doktorunu almaya gitti. Captain’le dört gün kaldım ve sonra Gojra’ya gitmek için izin istedim. Bu nazik adam bana bir gömlek, bir çift ayakkabı, bir şal ve beş rupi verdi.

15 Aralıkta Gojra’ya vardım. Tüm arkadaşlarım ve özellikle Rahip Wootton, Rahip B. M. Augustine, Boota Mesih ve Master Charan Dass beni görmekten çok mutlu olmuşlardı. Mucizevi kaçışımın öyküsü daha fazla sevinme sebebiydi. Noel gününde, arkadaşım Bava Mesih’le onun köyünde ve uzak köylerden insanlarla beraber ibadet ettik.

Bava Mesih’in babası ve genç kız kardeşi Grace, bana çok sıcak davrandılar. Benim için en önemli şey, şimdi Hristiyan Topluluğu’nun parçası olmamdı. Bu yoksul ve mahzun insanları benim yakın ve sevgili dostlarım olarak gördüm. Birbirine sevgi karşılıklıydı. İçinde uyum ve güven olan Hristiyan dostluğu, cesaretlenmek için iyi bir kaynak ve Hristiyan olgunluğuna doğru gelişmede büyük bir yardımdır. Beni kabul etmiş olan dostların arasında güvendeydim. Kendileri için Tanrı’ya şükran borçlu olduğum öyle çok insan vardı ki...

IV MESİH İÇİN MÜJDECİLİK

Hristiyan dostluğunun güvenlik ve esenliği içinde, hizmetimin alması gereken şekli düşünmeye başladım. Dinimi değiştirinceye kadar, arayışım sadece kişisel olmuştu; fakat şimdi düşüncelerim dışa dönmüştü. Şair Galib’in sözlerini anımsıyordum:

“Sevginin dua işine,

Hiçbir zafer gelmeyecek,

Ta ki, can kişisel arzulardan,

Temizlenene kadar.

Gojra’daki iyi niyetli dostlarımın birçok önerileri vardı. Bazıları işe girmem gerektiğini düşünüyor ve diğerleri hizmete girmem gerektiğini hissediyorlardı. Fakat ben ne yapmak istediğimi biliyordum. Muhakkak ölümden kurtuluşumun gecesinde verdiğim kararı unutmamıştım. Benim için yaptığı her şeyden dolayı Rab’be şükrederken, şu istekte bulundum:

“Rab, bana, Senin görkemli işlerini dünyada bildirmek lütfunu ver. Bana öyle bağlılık ver ki, şu günahkâr dünyada bile kendimi temiz tutabileyim. Bana öyle sevgi ver ki, onun derinliklerinde boğulayım, böylece bütün dünya beni asla bulamaz. Kayalık yollarda yürürken yolumu aydınlat ki, tökezlemeyeyim ve Senin yüce ismine leke gelmesine sebep olmayayım.”

Rab için işimin, Müjdecilik (Evangelizm) olması gerektiğine inandım ve olduğum yerde başlamaya karar verdim. Yurttan bazı genç arkadaşlarla beraber Gojra çevresindeki köylere gittim ve Müjde’yi duyurmaya başladım. Bazen Rahip Wootton da bizimle geliyordu; ancak bunu pek istemiyordum. Çünkü onun gelişi insanları, bana istedikleri gibi davranmaktan alıkoyuyordu. Ayrıca kendi yeterliliğimi ve insanlar arasında etkinliğimi de ölçmek istiyordum. Hizmet alanım çok genişledi ve çok geçmeden, Pencab’ın tüm köylerinde tanıklık eder oldum. Başlangıçta yürüyerek gidiyordum. Sonra bir arkadaşım bana bisiklet aldı. İnsanlar beni “Sadhu” (Kutsal adam) olarak çağırmaya alışmışlardı. Her nereye gidersem, fakir insanlarla kalmayı alışkanlık edinmiştim. Bu benim Hristiyan dostlarımla tanışma şeklimdi. Onların yaşam tarzını her şekilde paylaşmak istiyordum. Onlar aç kalırsa, ben de aç kalıyordum. Zengin geçmişim, bana asla bir engel olmuyordu. Yeni bir yere gidişimde politikam, kendimi o bölgenin pastörüne tanıtmaktı; böylece kendisinin onayını almadan onun cemaati içinde hiçbir şey yapmıyordum. Bu imanlarını güçlendirmek için Hristiyanlar’la konuşma ve vaaz verme fırsatı demekti.

Gezici hizmetim sırasında bir gece Lahor yakınında bir Anglikan Müjdeleme Merkezi’ne vardım. Canon Stanley Huck’la kalacaktım ve onun düzenlemiş olduğu bazı toplantılarda yer alacaktım. Ofisinde onu beklerken, Rab bana açık bir şekilde konuştu: “Lahor’a gitmeli ve kardeşlerine tanıklık vermelisin. Başlama yeri orasıdır” dedi. Akşam saat dokuzdu. Tek arzum Efendim’e itaat olduğu için, ne emrediyorsa yapmakta tereddüt etmedim.

Hemen o gece gitmek zorunda olduğumu hissettim. Bisikletimi orada bıraktım ve Lahor’a giden bir trene bindim. Kardeşimin kapısını çaldım ve açtı. Şaşkın ve üstelik gözlerinde hafif bir umut pırıltısıyla sordu: “Geri mi döndün?” Sanırım yalnızca aileye geri dönmüş olduğumu değil, hem de İslâm’a dönmüş olduğumu bilmek istiyordu. “Evet” dedim, “geri döndüm; fakat sizinle tekrar yaşamaya değil. Size kısaca Rab İsa Mesih’in Kurtarıcı olduğunu anlatmak istiyorum. Beni kurtardı ve biliyorum sizi de kurtarabilir.” İfadesi hemen değişti. Öfkesini zor tutarak, sertçe yanıtladı: “Çok teşekkürler. Fakat ne seni istiyoruz, ne de senin Rab İsa’na ihtiyaç duyuyoruz. O’nun kurtarışını da istemiyoruz. Güle, güle.” Bu sözlerle kapıyı suratıma kapattı: Üzgündüm; ancak şaşırmamıştım. Çok da rahatlamıştım; çünkü meyvesiz görünse bile görevimi yerine getirmiştim.

Rab’bin o geceki sözleri iyice içime yerleşti ve atalarımın köyü Zaffaraval’daki Müslüman arkadaşlarım arasında tanıklık etmem gerektiğine inandım. Köyümüzde bir Müjdeleme Merkezi olan Amerikan Müjdecisi ve karısının evine gidişimizi anımsıyorum. Çocukken bazı arkadaşlarla evine gitmiş ve karısının yönettiği ilâhilere katılmıştım. Din değiştirdikten sonra, bu bölgeye gitmekten kaçınmıştım; fakat şimdi Müjdeci’ye mektup yazıyor ve onu ziyaret etmek istediğimi; çünkü Rab’bin bana hizmetimin böyle başlaması gerektiğini gösterdiğini anlatıyordum. Beni görmeyi çok istiyordu. Sonuçta, 1950 Martında Zaffaravval’a gittim. Vardığımda, büyük bir üzüntüyle, annemin benden ayrı kalmak acısıyla birkaç gün önce ölmüş olduğunu öğrendim. Onu ölmeden önce hiç göremediğim için büyük acı duydum. Beni öldürme planından hiç haberi yoktu. Ona göre ben, umutsuzca yardım etmeyi istediği rahatsız biriydim. Fakat bu acı olayın beni tekrar köyüme getirmiş olan Rab’be hizmet amacından vazgeçirmesine izin vermedim.

Annemin ölümünden sonra, ağabeylerimin bana olan kinleri daha da büyüdü. Bana çeşitli canice tuzaklar kurdular. Ben Müjdeciler ile kalırken, çeşitli defalar beni evlerine davet etmeye geldiler. İlkinde reddettim; ancak daha sonra dostumdan tavsiye istedim. O gitmemi önerdi; ancak yalnız değil, yanıma iki arkadaş almamı tavsiye etti. Tavsiyesine uydum ve kardeşlerimi ziyaret ettim. Oturur ve konuşurken, masanın üzerinde bir kılıç fark ettim. Bilenmişti ve kullanıma hazırdı. Niyet edilen hedefinin ben olduğumu tahmin ettim. Onu kaldırdığımda, kendi kendime düşündüm: “Böyle bir kılıçla birini öldürmek için, önce kendini öldürmelisin. Kendi içsel varlığın sen elini kaldırmadan ölür. Bu bir zayıflık işaretidir.” Kılıcı kınına geri koydum.

Tartışma uzun bir süre devam etti. Kardeşlerim, benimle konuşması için bir mollayı davet etmişlerdi. Yine de faydasızdı. Konuya ilişkin söyleyecek hiçbir şeyi yoktu. Sonunda bize bir fincan çay ikram edildi. İlk yudumumu aldım. Korkunç acıydı ve derhal zehirli olduğunu anladım. Yine de, dirilişinden sonra İsa’nın öğrencilerine söylediği inanan ve vaftiz olanların birçok işaretler görecekleri sözlerini anımsadığım için korkmadım. Bunlardan biri şuydu: “…Öldürücü bir zehir içseler bile bundan bir zarar görmeyecekler” (Markos 16: 18). Bunun, benim bu işaretlerden birini yaşama fırsatım olduğuna inandım. Çayın kalanını içtim ve dua ettim: “Rab, sen destek ol bana.” Hemen sonra rahatsızlandım ve başımın döndüğünü hissettim. Arkadaşlarıma gitme vaktinin geldiğini anlattım. Kardeşlerim, ne hissettiğimi bilmiyorlardı. Müjdeleme Binası’na yakın, kasabanın dışında arkadaşlarıma yola devam etmelerini ve beni yalnız bırakmalarını söyledim. Gece saat ondu. Dua etmeye başladım: “Rab, eğer bu gece ölürsem, insanlar Hristiyanlığın yanlış olduğunu söyleyecekler. Benim değil; fakat senin adın lekelenecek.

Dua etmeyi bitirir bitirmez, iki defa kustum ve tüm zehir bedenimi terk etti. Sonra, huzurla uyudum. Sabah, Müjdeleme Binası’na gittim. Kardeşlerim bana ne olduğunu öğrenmeye can atıyorlardı, öyle ki, yakınımda yürüyen köyden birini gördüğümde onlar tarafından gönderilmiş olduğunu biliyordum. Hizmetçilerinden biri olduğunu tanıdım ve ona aileme sağ olduğumu anlatmasını söyledim.

Ailem için can sıkıntısı olan yalnızca imanım değildi. Kardeşlerim, miras payımı isteyeceğimden de korkuyorlardı. Canıma bir defa daha kastettiler. Naroval’a bir ziyaretteyken, bir Müslüman arkadaşım bana bazı Kaşmirli gençlerin geçit köprüsünde beni beklediklerini anlatmak için Rahip Isaac Dass’ın evine geldi. Rab’be hizmet kararımı olumsuz etkileyebilecek her şeyden kaçınmaya karar verdim; böylece resmen yazıyla babam Chaudry Lal Han’ın mülkündeki tüm haklarımı kardeşlerim lehine reddettim. Böylece ailemle tüm bağlarımı kopardım. Şimdi benden korkacakları hiçbir şey yoktu. Belki de beni tanıklık yaşamımı sürdürmek için yalnız bırakacaklardı. Fakat yavaş yavaş Pencap’ta yaşamımın güvende olmadığı belli oldu. Hizmetime, bana söylenmiş olduğu gibi orada başlamıştım; fakat kalmam için hiçbir sebep yoktu. Daha sonraları bir piskopos olan, nazik ve sevgili bir dost Rahip Chandu Ray ile tanışmam, bu konuyu düşündüğüm sıralardaydı. Çalışmalarım hakkında uzun bir konuşma yapmıştık. Bana Sind’de Sukkur’a gitmemi tavsiye etmişti. Pencaplı şair Bulhe Şah’ın sözlerini anımsayarak kabul etmiştim:

“Haydi Bulhe,

Bir yere gidelim,

Kimsenin sınıfımızı bilmediği,

Veya bize dikkat etmediği.

Bu sıralarda Sukkur’daki Müjdeci saygıdeğer Rahip Carson’du. Birkaç ay Bible Society (Kitab-ı Mukaddes Şirketi) için çalıştım. Bu iş biraz idarecilik ve rapor yazmayı gerektiriyordu. Yine de çok sıkıldım. Yüreğim bu tür çalışmada değildi. Üstelik ticarete fazla yönlenmekte olduğumu hissetmeye başladım. Huzursuz oldum. Asıl hayalimden uzaklaşıyordum; böylece memuriyeti bırakmaya karar verdim.

Kendimi bir Müjdeci olarak görüyordum ve kendimi bu görev için donatmak zorundaydım. Rahip Carson’un yardımıyla Sindhi dilini öğrenmeye başladım. Kısa sürede ve fazla çaba sarf etmeden Sindhi diline hâkim oldum ve kolayca konuşmaya, okumaya ve yazmaya başladım. Şimdi dil engeli kalkmıştı ve ben Rahip Carson’a Müjdeci çalışmasında yardım edebilecektim.

Sukkur’da çalışmama bir engel vardı. Yaz mevsimi başlamıştı ve sıcak, benim için çok fazla olduğunu belli etmişti. Zihnimi, Sind’in benim hizmet bölgem olacağına kurmuş olmama rağmen, bir süre için oradan ayrılmak zorundaydım.

Pencap’a döndüm. Oradayken Lyallpur’da (şimdiki Faisalabad) bir Amerikan pastör, Leroy Selby ile tanıştım. Beni, genç insanlar arasındaki çalışmasına katılmaya davet etti. Lyallpur toplantıları yeni başlamıştı. Bu toplantılar ilk iki yılında asıl olarak gençlik içindi. Kalacak yerim yoktu; Müjdeciler ile birlikte kalıp onlara yük olmaktan hoşlanmıyordum. Bu yüzden bir Hristiyan’la, Chaudhry Celal Mesih’le birlikte kalmak için ayarlamalar yaptım. Çok nazik bir insandı ve benim için neredeyse bir baba gibiydi. Aileden biri gibi kabul edildim ve onun oğlu ve kızı, bana bir kardeş gibi davrandılar. Bu yakınlık bana cemaatin kapılarını açtı ve Rab için hizmetimle daha da fazla meşgul oldum. Lyallpur’daki bu üsten, bisikletimle tüm ülkeyi baştan başa gezdim. Birçok defa güneyde Kemari (Karaçi’de) ile kuzeyde Landi Kotal (Afganistan sınırında Peşaver yakını) arasında defalarca seyahat ederek yaklaşık 12.000 mil yol kat ettim.

Bir defasında bir Amerikalı arkadaş, Reformcu Presbiteryen bir Müjdeci tarafından küçük bir kasabaya götürüldüm. Onun idare ettiği bir ayinde konuşma yapmam istenmişti. Bağış yapma zamanı geldiğinde, zihinsel bir mücadeleye düştüm. Tüm param sekiz arına yani yarım rupiydi. Ne yapacaktım? Bu paraya ihtiyacım vardı; ancak yine de bağış tepsisinin içine bir şey koymadan geçmesine izin veremezdim. Tepsi bana geldiğinde seçeneğim yoktu. Elimi cebime attım, sekiz armayı çıkardım ve tepsiye attım. Mücadele bitmişti. Ayin tamamlanmıştı; ancak ben parasız ne yapacağımı düşünmeye devam ediyordum. Kısa bir süre sonra tekrar Tanrı’nın yardımını yaşayacağımdan haberim bile yoktu.

Bir Pakistanlı arkadaşın evine döndüm. Karısı beni bir mesajla karşıladı. “Kardeş, birisi seni görmek istiyor.”

Çok şaşırmıştım; çünkü kimseyi beklemiyordum. Sonra, yarın ayrılacağımı bildikleri için hastaneden iki hemşirenin beni görmeye geldiklerini açıkladı. Ayini kaçırdıkları için üzgünmüşler ve benim için bir zarf bırakmışlar. Zarfı odama götürüp açtığımda içinde, “Rab bize yolculukların için paraya ihtiyacın olduğunu gösterdi. Lütfen bunu al ve müteşekkir ol” diyen bir notla, bir deste rupi vardı. Dilim tutulmuştu. Tanrı gerçekten çok iyidir.

Özel bir olay, silinmez şekilde zihnime yerleşmiştir. Hristiyan imanına biraz ilgi göstermiş olan bir adamı ziyaret etmeye karar vermiştim. Kasabasına gitmiş; ama onu bulmayı başaramamıştım. Düş kırıklığı içinde ve yorgun olarak Müjdeleme Merkezi’ne dönmek için bir otobüse bindim. Yan tarafımda oturan yaşlı bir Müslüman’dı ve konuşmaya başladık. Bana kendimle ilgili sorular sormaya başladı ve bir Müjdeci olduğumu söylediğimde, heyecanlandı ve sevindi. O’nun duasına Tanrı’nın cevabıymışım gibi görünüyordu. Müslümanlar genellikle Mekke’ye en az bir ziyaret yapmayı amaçlarlar. O yedi kez gitmişti; ancak aradığı şeyi bulamamıştı. Birisinin ona kendi dilinde İncil’in bir kopyasını verdiğini ve onu okumakta olduğunu anlattı. Elçilerin İşleri’ndeki Etiyopyalı hadım gibi, müjdeyi kendisine açıklayacak birine ihtiyacı vardı. Bunu öğrendiğimde tüm yorgunluğum kayboldu ve Müjde’yi ona açıklama şerefini sevinçle kabul ettim. Onun ineceği yere vardığımızda, beni evine davet etti. Arazisini kiraya veren birisiydi ve 2800 hektar toprağı vardı. Güzel evinde uzun bir konuşmadan sonra, onun için dua etmemi istedi. Ona kendisi için dua etmesini söyledim. Çok şaşırmış gibiydi ve sordu: “Yapabilir miyim?” “Evet” diye yanıtladım, “benimle konuşabiliyorsun, Tanrı’yla da konuşabilirsin.” Sonra: “Rab İsa, beni doğru yola yöneltmek için hizmetkârını gönderdiğin için sana şükrediyorum. Lütfen beni kabul et. Bugünden itibaren Seni Kurtarıcım olarak kabul ediyorum” dedi. Tanrı’nın onu kabul etmiş olduğunu biliyordum. Tanrı’nın iyiliği ve cömertliğine sınır yoktur. Rab’bi gerçekten çağıran herkes kurtulmuştur.

X HER ŞEY İSA İÇİN

Tanrı beni, benim için seçmiş olduğu yola yöneltti ve ben de boyun eğdim. Yalnızca bu şekilde yaşamımı O’nun şanı için yaşayabilirim. Yaşamımı tamamen, önce beni seven ve sevgisini üzerime salan O’na borçluyum. Kendi gücümle hiçbir şey yapamazdım. Her neysem ve her ne yapabilmişsem, hepsi yalnızca O’nun bende çalışmasıyla başarılmıştır.

Kendi Haç’ıma giden yol dikenliydi. Beklediğimden de zor oldu. Fakat her zaman belli birinin, Nasıralı İsa’nın bu yolda önümde yürüdüğünü biliyordum. Bu düşünce bana güç verdi ve Haç’ımın ağırlığı benim için çok fazla göründüğünde bile beni yürür halde tuttu. Sürekli O’nun sözlerini anımsardım: “Ardımdan gelmek isteyen, kendini inkâr etsin, çarmıhını yüklenip beni izlesin” (Markos 8: 34). Bu, benim için yürüyebileceğim tek yol, O’na hizmet edebileceğim ve Haç’ın ayağına başkalarını getirebileceğim tek yoldu. Bu, O’nun bana büyük sevgisine cevabımdı.

Hizmet yolu, bir yalnızlık yoludur. Bazen bu yalnızlık, haftalar ve aylarca konuşmalardan ve başkalarının sohbetlerinden zevk almamak gibi yanlış anlaşılabilir. Fakat işte bu zamanlardadır ki, kendimi Rab’bim ve Efendim ile daha yakın bulabilirim. Bu yaşamda Mesih için ölmek, bana O’nun dirilişinin gücünü yaşama imkânı verir. O’nda, hâlâ bu dünyadayken yaşamın ölüm üzerindeki zaferini yaşarım. Pakistan’ın büyük şairi Sir Muhammed İkbal, yaşamı ve ölümü şöyle tanımladı: “Yaşam, şeylerin görünür düzeninin adıdır, ölümse bu düzen kırıldığı ve dağıldığı zamanki adı.”

42 kişiye ulaşmış ailemi terk ettikten sonra, yeni koşullarıma uyum sağlamak zor geliyordu. Bana çok sevgi göstermiş olan yengelerim, bana ve bildiğim kadarıyla hiç kimseye kötü söz söylememiş olan bir annem, nazik kişiliğiyle bana parlak bir örnek olmuş ve bana bilgece rehberlik sağlamış olan bir babam ve iyiliğimle ilgilenen, mutlu bir genç olmamı isteyen dört ağabeyim vardı; fakat ne yazık ki, ağabeylerim bana çok şiddetli düşman olmuşlardı. Onlarsız yaşam, çok sersemletici geliyordu. Dostluğum ve sadakatime değer vermiş olan en iyi Müslüman arkadaşlarım bile, bu yakınlığımız çok zor şartlarda güçlendiği halde bana yabancı oldular. Mücahit iken, Kaşmir sınırında bir harekâtımızı anımsıyorum. Çarpışmanın tam ortasındaydık. Her iki yandan karşılıklı top ateşleri oluyordu. Arkadaşım Akbar Kazmi, tüfeğinin tutukluk yaptığını görmüştü. Çok korkmuştu. Silâhsız olmak gibiydi. Ona bakmış ve yüzünde umutsuzluğun bakışını görmüştüm. Tüfeğimi Kazmi’ye, kendini savunmakta kullanması için atmıştım. Silâha onun kadar ihtiyacım olmadığını hissetmiştim; çünkü güçlü bir gençtim ve kendimi silâhsız nasıl koruyacağımı biliyordum. Bu hareket dostluğumuzu pekiştirmişti. Fakat ailem bana eziyete başladığında Kazmi gibi yakın bir dost bile benim için bir şey yapamamıştı. Akraba ve dostlardan yoksun, kendi yaşam tarzımı bulmak zorundaydım, bu benim için “sosyal ölüm” gibiydi. Yine de seçmiş olduğum yolda yürümeye devam ettim.

Rab için hergün ölmek, insanın kolaylıkla kabul edebileceği bir yaşam tarzı değildir. Bunu yaptığıma hiç pişman olmadım. Değişen ve bereketlenen yaşamları görünce, bu bana büyük sevinç verir. Fakat çalışmamın sonuçsuz göründüğü, cesaret kırıcı anlar da olmuştur. Hristiyan imanında eğitip, yetişmeleri için yardım ettiğim genç kadınları, Müslüman erkeklerin ikinci eşi olmaya razı olmuş görünce kederlenir ve acı duyarım. Hemen, Rabbimiz’in herkes için öldüğü ancak yalnız bir kısmının O’nun sevgisine yanıt verdiğini anımsarım. Sonra kendime sorarım: “O’nunkine kıyasla benim sevgim ve hizmetim nedir ki?” O’nun Haç’taki kendi kurbanlığı zayıflık gibi görülmüştür. Bana hakaret edildiğinde ve yanıt vermediğimde zayıf olmakla suçlanmışımdır. Rab’be davranıldığından farklı davranılmayı bekleyemem.

Şimdi, O’nun beni “eski giysilerimi değiştirip yenilerini kuşanmama” çağıracağı zamana hazırım. Ölümün, bir Hristiyan için bir son değil; fakat yeni ve daha iyi bir yaşam için başlangıç olduğunu biliyorum. Bu dünyadan gittikten sonra O’nun için hergün ölme şansım olmayacak. Birçoklarını, Efendim’in adını yüceltmek ve O’na şükretmek için bu dünyada güvenle yürümeye cesaretlendirebildim. Rabbim ve Tanrım, tüm yıllarımda beni sadakatle yöneltti. O’nun adına övgüler olsun.

Birkaç yıl önce Karaçi’de bir bölge toplantısına gitmiştim ve Manzur ile Dadu’yu Kutsal Üçlük Katedrali’nde Kutsal Ekmek ayini yönetirlerken görmüştüm. Şükran ve övgülerle başımı eğerek selâmlamıştım. Onların elinden kutsal ekmeği aldığımda, içime sanki bir titreme yayılmış ve yüreğimin sevinçten neredeyse patlayacağını hissetmiştim. Bu kişileri Rab’be getirmeye yardımcı olmuştum. Küçük bir hizmetkâr daha ne arzulayabilir?

Beni karşıladığı için Tanrı’ya şükrediyorum. Duam, bu kitabı okuyanların, Rab’bi ebedi ışıkta O’nu öven azizlerin arasında sayılmalarıdır.